23.12.08

İstanbul-Paris

büyük kentler insan gibidir. mangal gibi yürek ister onları sevmek için. iğrençlik ve güzellikleri, cücelik ve yücelikleriyle kucaklamak gerekir. kimi hastadır, yorgundur. bırakın üç bin yıllık bir kenti, üç günlük özgeçmişini kavrayabilmekten aciz iki ayaklı memeliler tarafından kemire kemire emilmektedir, sütsüz yorgun göğüsleri.
istanbul gibi.
kimisi ise, 10 milyonluk tansiyona karşın sağlıklıdır. insanlarca ve insanlar için kurulmuştur; onların rahatı düşünülerek yönetilmektedir. sorunları vardır; fakat çözümleri tükenmemiştir.
paris gibi.

9.12.08

the catcher in the rye-2

hep büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum gözümün önüne. binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta -yetişkin kimse, yani- benden başka. ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum, nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları 'yakalıyorum'. bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. ben, çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterdim. çılgın bir şey bu, biliyorum, ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim. biliyorum, bu çılgın bir şey.

29.11.08

the catcher in the rye.

bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.

28.11.08

Oblomov'un İki Günü


Sabah kalkar kalkmaz kahvaltısını eder, hemen kanepeye uzanır, başını ellerine dayayıp, kafası yorucu işten bitkin düşünceye kadar, vicdanı refaha kavuşmak için yeterince çalıştığını söyleyinceye dek derin düşüncelere gömülürdü. Ancak ondan sonra kendi kendisinin dinlenmesine izin verirdi. Düşünceli duruşunu, daha az ciddi ve daha rahat bir hayal dünyası için değiştirirdi. Oblomov, işin inceliklerini hallettikten sonra kendi dünyasına çekilmeyi seviyordu. Ulvi düşüncelerin zevkini biliyordu ve insan acılarına yabancı değildi. İnsanlığın çektiği acılar için bazen kalbinin derinliklerinde bir sızı hisseder, uzaklaşıp giden bir şeyler, belki de Stolz'un onu alıp götürdüğü dünya için gizli ve adı konmamış acı bir özlem duyardı... Gözleri yaşarırdı.
.
Bazen insanların namussuzluklarına, yalanlarına, iftiralarına, dünyada hüküm süren kötülüklere sıkılırdı. İnsanlara kötü yönlerini gösterme arzusuyla yanıp tutuşurdu. Birden içinde, kafasını denizin dalgaları gibi süpüren, kanını tutuşturan, kaslarını hareketlendirip, damarlarını şişiren ve amacı halini alan düşünceler uyanırdı. Sonra amaçları çabaya dönüşür, ilahi bir güçle harekete geçer ve bir dakika içinde iki üç kez duruş değiştirirdi. Parıldayan gözlerle kanepede doğrulur, elini ileriye doğru uzatıp etrafa bakardı... Biraz daha kendisini sıksa, çabası kahramanca bir harekete dönüşebilirdi. Tanrım! Böylesine yüce bir çabadan ne harikalar, ne güzel eserler beklenmezdi ki!
.
Ama sabah geçip giderdi.
.
Bitmek üzere olan günle beraber Oblomov'un tükenmiş enerjisi de biraz dinlenmek için sızlanmaya başlardı. Fırtınalar ve coşkular ölüp giderdi. Kafası hayal dünyasının sihirinden arınır, kanı damarlarında daha yavaş akmaya başlardı. Oblomov sakin sakin ve dalgınlıkla arkasını döner, pencereye ve gökyüzüne gözleri takılırdı. Dört katlı evin arkasında tüm görkemiyle batmakta olan güneşi hüzünlü hüzünlü seyrederdi. Güneşin batışını böyle kaç kereler izlemişti!

Ertesi sabah yaşam, yeni heyecanlar ve hayaller yeniden başlardı! Bazen kendisini sadece Napolyon'u değil Yeruslan Lazarevich'i bile solda sıfır bırakan, yenilmez bir general olarak hayal ederdi. Afrika halkının Avrupa'yı istilası nedeniyle bir savaş başlatır ya da yeniden Haçlı seferleri düzenler, şehirleri yakarak, merhamet göstererek, öldürerek, iyilik ve bağışlayıcılıkta bulunarak ulusların kaderini tayin etmek için dövüşürdü. Bazen de bir düşünür ya da büyük bir sanatçı olmayı seçerdi. O zaman herkes ona tapar, alkışlarla ödüllendirilirdi. Büyük bir kalabalık arkasından: "Bak, bak Oblomov geliyor. Bizim büyük İlya İlyich'imiz!" derlerdi. Kötü anlarında büyük acılar çeker, yatakta bir o yana bir bu yana dönüp durur, yüzükoyun yatardı. Bazen de cesareti tamamen kırılırdı. Sonra yataktan kalkar, diz çöker ve hararetli hararetli dua etmeye başlar, onu tehdit eden fırtınayı dindirmesi için Tanrı'ya yalvarırdı. Geleceğin güvencesini Tanrı'ya emanet ettikten sonra dünyadaki her şeye karşı sakin ve kayıtsız bir tavır takınırdı. Artık fırtına elinden geleni ardına koymasın!

Heyecanlı günlerin ardından akşam olup güneş karşısındaki dört katlı evin arkasından görkemli bir top gibi batarken, büyülü bir rüyadan ya da acı veren bir endişeden derin bir iç çekişle uyanıyor, ilahi güçlerini işte böyle kullanıyordu. Sonra yine güneşi dalgın bakışlar ve hüzünlü bir gülümsemeyle seyrediyor, heyecan dolu didinmeyi huzur içinde bir yana bırakıyordu.

Oblomov'un iç dünyasını gören ya da bilen yoktu. Herkes onun pek bir derdi olmadığını düşünüyordu. Sadece yan gelip yatıyor ve yemeklerin zevkini çıkarıyordu. Ondan da bu beklenirdi zaten.

24.11.08

Yolculuk


...Yaşamımın tek ve başlıca amacının daha iyi bir insan ve bir iradeyle büyük bir uyum içinde olmak olduğu düşüncesine geri dönmüştüm. Bu iradenin ifadesini, benden saklı duran ve uzak bir geçmişte bütün insanlığı kendi düsturu haline getiren şeyde bulacağım düşüncesine geri dönmüştüm. Yani kısacası, Allah'a inanmaya, ahlaki bir mükemmelleşmeye ve yaşamın anlamını bahşeden geleneğe dönmüştüm. Yalnız bir şey farklıydı: O zaman bütün bunları bilinçsizce kabul ediyordum; şimdi ise artık bu olmadan yaşayamayacağımın farkındaydım. Başımdan geçenleri şöyle ifade edebilirim:

Ne zamandı bilmiyorum; neresi olduğunu bilmediğim bir sahilde beni bir kayığa oturttular ve sonra kayığı karşı kıyıya yönelttiler. Kürekleri elime verip beni yalnız bıraktılar. Küreklerle elimden geldiği kadar uğraştım ve ilerledim. Ancak ben açıldıkça, beni o bilmediğim yere götüren akıntı da şiddetleniyordu. Ulaşmam gereken hedeften farkında olmadan uzaklaşıyordum. Etrafımda benim gibi akıntıya kapılan birçok kürekçinin olduğunu gördüm. Bazıları durmadan kürek çekmeye devam ederken, bazıları küreklerini çoktan fırlatıp atmıştı. Koca kayıklar, dev gibi gemiler insanlarla doluydu. Bir kısmı akıntıya karşı çabalamaya devam ederken, bir kısmı kendini akıntıya bırakmıştı. Ben de bir yandan ilerleyip bir yandan da akıntının aşağılarında kalan yolcuların ardından bakarken, bana gösterilen yönü unuttum. Tam da akıntının ortasında, aşağı doğru giden kayık ve gemilerin kalabalığında, yönümü iyice kaybettim. Her yanımdan tayfalarının neşeli zafer çığlıkları attığı yelkenliler, gemiler ve kürekli kayıklar geçiyor, akıntının aşağılarına doğru giderlerken bana "Başka bir yön yok!" diye sesleniyorlardı. Ben de onlara inanıyordum ve onlarla birlikte ilerliyordum. Böylece çok uzaklara yol aldım. Öyle uzaklara gittim ki, ortasında yolumu şaşırdığım hızlı akıntıların gürültüsünden başka ses duyamaz oldum ve kayıkların orada nasıl parçalandığını gördüm. Ve bütün bu gördüğüm, yaşadığım şeylerin dehşetinden olsa gerek, kendime geldim. Uzun süre bana ne olduğunu anlayamadım. Önümde yalnızca koşar adım yaklaştığım ve korktuğum yok oluşu görüyor, hiçbir yerde kurtuluş göremiyordum. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. O zaman geriye dönüp baktım ve sayısız kayık gördüm. İnatla, büyük bir savaş vererek akıntıyı geçiyorlardı. O anda kıyıyı, kürekleri ve yönümü hatırladım. Geriye döndüm ve akıntıya ters yönde, kıyıya doğru kürek çekmeye başladım.
Kıyı Allah'tı, yön gelenek, kürekler ise bana verilen özgürlüktü. Ve bütün bunlar bana, kıyıya ulaşmaya çabalayayım, Allah'la birleşeyim diye verilmişti.

6.11.08

Galip Efendi

şehirlerden birinde doğdu
1300 küsür
tuhaf şeyler düşünmekle meşhurdur.

''kaat helvası yesem her gün,'' diye düşündü
5 yaşında

''mektebe gitsem,'' diye düşündü
10 yaşında

''babamın bıçakçı dükkanından
akşam ezanından önce çıksam,'' diye düşündü
11 yaşında

''sarı iskarpinlerim olsa,
kızlar bana baksalar,'' diye düşündü
15 yaşında

''babam neden kapattı dükkanını?
ve fabrika benzemiyor babamın dükkanına,'' diye düşündü
16 yaşında

''yövmiyem artar mı?'' diye düşündü
20 yaşında

''babam ellisinde öldü
ben de böyle tez ni öleceğim?''
diye düşündü
21 yaşındayken

''işsiz kalırsam,'' diye düşündü
22 yaşında

''işsiz kalırsam,'' diye düşündü
23 yaşında

''işsiz kalırsam,'' diye düşündü
24 yaşında

25 yaşında altı ay işsiz kaldı

''işsiz kalırsam,'' diye düşündü
26 yaşında

ve zaman zaman işsiz kalarak
''işsiz kalırsam,'' diye düşündü
50 yaşına kadar

51'inde ''ihtiyarladım!'' dedi
''babamdan bir yıl fazla yaşadım.''

şimdi 52 yaşındadır
ve saplanıyor kafası geceleri
düşüncelerin en tuhafına:
''kaç yaşında öleceğim
ve ölürken üzerimde yorgan olacak mı?''

12.10.08

Evlilik.

".. evlilikte mutluluk tümüyle şans meselesidir. taraflar birbirlerini gayet iyi tanısalar da, bu, mutluluklarına en ufak bir katkıda bulunmaz. sonradan daima değişmek için çırpınır, başlarını derde sokarlar; hayatını birlikte geçireceğin kişinin kusurlarını ne kadar az bilirsen o kadar iyidir."

26.9.08

nasıl geliyorsa...

phebe:
tatlı delikanlı, ne olur beni bir yıl daha paylasana böyle;
şu adam kur yapacağına, sen beni payla daha iyi.

rosalind (phebe'ye):
bu adam senin suratsızlığına vuruldu, (silvius'a) bu kadın da benim öfkeme vurulluyor. o zaman, o sana ne kadar surat ederse ben de ona o kadar terslenirim. (phebe'ye) bana niye öyle bakıyorsun?

phebe:
sana hiç kırılmadığımı göstermek için.

rosalind:
ne olur, sakın bana aşık olayım deme;
şarap sofrasındaki yeminlerden bile daha yalanım ben.
ayrıca da senden hoşlanmıyorum.
nerde kaldığımı bilmek istiyorsanız;
şurda, biraz ilerdeki zeytinlikte.
geliyor musun kardeşim? sıkışır onu çoban.
gel kardeşim sen de çoban kızı,
dön de, şöyle bir daha bak ona.
kibiri bırak. dünya alem sana bakacak olsa,
bu adamdan başka gözü aldanacak tek kişi çıkmaz.
hadi, biz kendi sürümüze gidelim.
(rosalind, celia ve corin çıkar.)

phebe:
ey göçmüş şair, şimdi anlıyorum,
ne kadar doğruymuş sözün:
"aşık dediğin ilk görüşte vurulmuştur her zaman."

silvius:
canım phebe

phebe:
ha? ne dedin silvius?

silvius:
canım phebe, acı bana.

phebe:
çok üzgünüm senin için nazik silvius

silvius:
üzülen insan üzmemeyi de bilir.
aşk yüzünden çektiğim acıya üzülüyorsan,
aşkını ver bana yeter; ne bende acı kalır,
ne sende üzüntü.

phebe:
sevgim de senin zaten. insanlık da bu değil mi?

silvius:
ben seni istiyorum.

phebe:
ama bu harislik olur.
silvius, bir ara senden nefret ediyordum;
şimdi de seni seiyor değilim;
ama aşktan o kadar güzel söz ediyorsun ki,
artık eskisi kadar sıkılmıyorum yanımda olmandan.
hatta sana görev de vereceğim.
ama hizmetime girdin diye, salt bunun zevki dışında
sakın başka karşılık bekleme benden.

silvius:
aşkım öylesine kutsal ve mükemmel ki,
ve ben öylesine yoksunum ki lütfundan,
hasat kaldıran adamdan arta kalan
kırık taneleri bile toplayabilsem,
bereketli bir ürün sayacağım kendime.
arada bir bana rastgele bir gülücük atıver yeter,
ben bununla geçinir giderim.

phebe:
biraz önce benimle konuşan genci tanıyor musun?

21.9.08

Evin Halleri.

sen evden de benden de gidersin bazen
yol seni bekler, yola koyulursun üşenmeden.
susar derinden ev, ıssız halidir.

ben sana, ev bana, sen eve, ev sana
kara kara bakar ya bazen
ah kıyamaz hani kimse kimseye.
evin içerlik halidir, boynu eğilir.

mutfakta çayın sesi demlenir
sabah, benim sesimde sonbahar
senin sesinde bir çocuk
ev mutludur halinden, pötikarelenir.

ben sana, sen bana soyunursun bazı geceler;
sen kendinden sarkarsın, ben kendimden.
benlerimi saysın sabah şerife teyze
evin dağınık halidir.

4.9.08

Saklı


İnsanları izlerken, daha evvel hiç görmediklerini görebilir, hiç hissetmediklerini hissedebilirsin Pinhan. İnsanları uzaktan seyrederken, onlara her zamankinden yakın olabilirsin. Eğer bakmayı bilirsen gözlerin sana oyun etmez, dosdoğru görürsün. İçte saklı olanı, acıtanı, kanatanı görürsün. O vakit anlarsın ki o dediğin sensin, seyrettiğin kendi bedenin, kendi sûretin; ağladığın kendi acıların.

.
.

Hani halkanın ucunda/ kavuşacaktım sana/ hani bir iken ayrı düşmüştük/ ve çok iken bir olacaktık sonunda/ çoktan razı idim oysa/ razı idim gecenin matemine/ karanlığı fırsat bilene/ ve korkaklığıma/ ve karabasanlarıma/ oyun oynar gibi yaşar giderdim/ kuş avlardım/ kuşları deli gibi kıskanırdım ya/ bırakmadın/ bırakmadın ki kendimden kaçayım/ koyvermedin/ koyvermedin ki sürsün bu devran

Döndü halka/ döndü olanca hızıyla/ toprak ki siyah bir halka idi/ ve geceye saklanırdı bazen/ tuttu su ile karıştı/ su ki sarı bir halka idi/ rengiyle dalaşırdı bazen/ tuttu toprağı kucakladı/ eğildim suya baktım/ suda kendimi gördüm/ kendimi sen sandım/ sarılmak için atıldım/ köprüye hıncım yalan imiş/onu yıkarken suya karışan/ ben oldum

Balçıktan çıktım ben/ balçıktan yoğurdum kendimi/ içerdeki dışa taştı/ dıştaki içe çekildi/ görünen görünmeyene sataştı/ görünmeyen görünene diş biledi/ siyah halka/ sarı halka ile yer değiştirdi/ çekildim bir köşeye/ sessiz sedasız/ baktım olan bitene/ seni gördüm kaderimde/ ebrunun halkalarını saydım/ tastamam dört etti/ halkalardaki kıvrımları hesapladım/ tastamam senin ismin etti/ isminin yanına beni de kazı dedim/ boyalar isyan etti

.
Bir de baktım ki/ ben ben değilim artık/ sûretim başka bir sûret/ ismim bir başkasının ismi/ gönlüm ne yöne akar/ ben ne yöne/ verdiğin emaneti yitirdim yollarda/ hata ettim/ kusur ettim/ affola…
.


1.9.08

Henriette Teyze.

hayatının son yıllarında neredeyse yatalak hale gelmiş ve bunamış olan seksen üç yaşındaki henriette teyzem, birkaç ayda bir tekerlekli sandalyesiyle ya kırk yıl önce ölmüş teyzelerinden birine ya linz'deki eski evine ya da ruhr bölgesinde yaşayan, belli belirsiz anımsadığı akrabalarının yanına kaçmaya çalıştığı huzurevinde yatarken, ölümünden hemen önce hayatının en aklı başında cümlesini kurdu: "kim derdi ki," dedi henriette teyzem, kendisini ziyaret etmek için seksen yedi yaşındaki alzheimerli babamla birlikte bad zel'den trenle gelmiş olan ve neredeyse yetmiş yedisine varmış bulunan anneme, "ana babamız bizi bir gün böylesine ortada bırakıverecek."
annem daha aynı günün akşamı linz'e geldiğinde bana bunu anlatırken başını salladı. ben de başımı sallayıp gülsem de aslında pek şaşırmadım, zira henriette teyzem, dediğim gibi öyle bunamıştı ki, akrabalarından birinin onu eve alıp ona bakacağını düşünüyordu.

28.8.08

Belki de..


Gözlerindeki firar boşuna.
Zamanın koynunda sakladığı yaşanılasıların yanından geçip gidiyoruz.
Hiç düşündün mü belki'yi? Belki de eline en yakışan takı benim elim. Belki de en belli olacak yalan benim söylediğim.
Belki sen ve ben.. Belki yıllar sonra.. Tuhaf şey..

28.7.08

ulaşamama özlemi

(...)bir şey bitmelidir, hep böyle olmuştur bu, böyle bilinmiş, böyle istenmiştir, ne için başlanılmışsa bir şeye, hangi son için, o sonun gelişi doğal sayılır. Bitiş yakınsa, belliyse, sonu ne olduğu unutulmamışsa, kaçırılmamışsa gözden o son ulaşılabilir, varılabilir gibiyse, sona varma, yetişme tutkusu, bitirme kaygısı sarar kişiyi; ama son uzaksa, inanılmayacak, varılmayacak gibisine uzaktaysa, o zaman bu bitmeyecekmiş gibi görünen ilerleme, bu sonsuz çaba büyüler insanı; küçük adımların hastası olunur artık. Artık bu ufak ilerlemeler; o çok uzaktaki bitiş noktasından çok daha önemli, özlenesi olur.(...)

Sabah Eskimişliğin..

siz hep böyle akıllı görünme çabasında mısınız? ayrıntıların kişisi olmadığınız o denli açık ki, sizin adınıza ben sıkılıyorum. çağımızın abartılmış tilciklerini bir kullanmanız var ki.. hem bu odada o kadar sağlıksız görüntüler taşıyarak havasız yaşamakta direnmenin sizce anlamı nedir? üstelik kadınların dudak boyaları ve pudraları saat on ikiden sonra dökülüp ihtiyarlamaya başlıyor. çok fazla kuşkulu, mutsuz, alımsız bir kadın kalabalığı, oysa ayakları ne kadar bakımlı, ayakkabılarını boyatmadan eskitiyorlar. erkekler gittikçe gevşek ve kolay oluyorlar, sonra bu pörsümüşlüğün yarı karanlığına tek tek serin şarkılar yayıyorlar. sevgiden söz etmenin yeridir. başlayabilirsiniz ya da onun yerine neyi koydunuzsa..

15.7.08

Nehir Boyunca Kadınlar Gördüm

Porsuk nehrinin geçtiği kadınlar
Hepsine yüzer kere rastladım en azdan
Umustsuz sevdalara tutulmak onlarda
Bozkıra doğru seyrele seyrele yaşamak onlarda
Verdi mi adama her şeylerini verirler
Ben gördüm ne gördümse kadınlarda
Porsuk nehrinin geçtiği

Kızılırmak parça parça olasın

Bir parça ekmek siyah, on kuruşluk kına kırmızı
Taş toprak arasında türküler arasında
Karanlıkta bir yanları örtük bir yanları üryan
Kocaman gözleriyle oy anam bu kadar dokunaklı
Kimler ürkütmüş acaba bu kadar kadını

Dicle kıyılarına tiren varınca
Büyük bir gökyüzü git allahım git

Genel olarak önce kaşları görünür
Sonra bütünsüz uykuları kaşla göz arasında
Yanaklarında çıban izi taşıyan kadınlar
Gül kurusu

Bir gün sizin de yolunuz düşer memlekete
Siz de görürsünüz bunları kadınlarda
Ödevleri yenilmek olan hep
Bıçakla kemik arasında
Susmakla ağlamak arasında
Yenilmek
Kadınlar

10.7.08

uysal muhallebi ve çeçe sineği

Bir FBI ajanını seyretmenin çaşitli yolları vardır. Bunlardan biri de bir çeçe sineğinin üzerinden seyretmektir. Çeçe sineğimiz küp şeklindeki bir kehribara demir atmış, ince kanatları sade bir zarafetle donmuştu; kıllı bacaklarını iki yana açmış ebediyetin üzerinde oturuyordu. (...) Ajanın, çeçe sineğinin üzerinden gördüğüm kadarıyla, birisinin babasıymış gibi bir hali vardı. Hiç kuşkusuz öyleydi. Diğerlerinin aksine Amanda'yla mutfakta sohbet etmeye başladığında, sesinin tonu aslında babacandı.
"Siz gençleri anlayamıyorum. Yani gerçekten anlayamıyorum. Herhalde fazla rahat yaşadınız, gevşetip çürütünceye dek şımarttık sizleri."
"Nasıl yani?" diye sordu Amanda. Thor'un öğle yemeği için muhallebi kaynatıyordu.
"Hiç sorumluluk sahibi olmamanız..."
"Neye karşı sorumluluk?" diye sordu Amanda.
"Tabi ki demokratik yaşam tarzımıza, vergilerle ayakta duran kurumlarımıza..."
"Birey olan insanlara," demek cüretini gösterdi Amanda.
"Bizim devletimiz hukuk devletidir, insan devleti değil." diye beyan etti ajan.
"Sorun belki de burada."
"Sorun demekle neyi kastediyorsun? Sen ne dediğini bilmiyorsun. Yasalarımız kutsaldır."
"Halkımız kutsal değil mi?"
"Bir yasaya, kanun kitaplarından yasal olarak çıkartılana dek herkes tarafından gözü kapalı itaat edilmelidir, eğer demokratik bir toplumda yaşamayı sürdürmek ve anarşi çıkmasını engellemek istiyorsak. Yasaların ve cezalandırma sisteminin olması şart. Mağaralarda yaşamayı bırakalı beri, gecenin peşi sıra gelen gündüz gibi, günahların peşinden gitmiştir hep cezalandırma. Cezalandırma kötülüklerin peşini bıraktığında medeniyetin dokusu çözülmeye başlar."
Amanda muhallebiyi karıştırdı. "Günahlarımız için hep cezalandırıldıysak eğer, cezalandırılmadığımızda neler olacağını nereden biliyorsun?" diye sordu.
Ajan küçümseyerek baktı. "Siz yok musunuz siz. Sizler, bu, bu kaçık yerdekiler." Ön taraftaki odayı işaret etti ama beni, çeçe sineğinin mabedi arkasında basurlarımı dinlendirişimi görmedi. "Sizler, o lanet olası büyücü, tek bu işe mi bulaştınız bilmem. Ama biri sizi korkak yetiştirseydi, biri size Tanrı korkusu aşılasaydı devletinizle, kiliseyle başınızı belaya sokmazdınız."
"Otorite korkusundan bahsediyorsun."
"Otorite. Doğru bildin. Otoriteye saygı duymayı hiç öğrenmemişsiniz."
"Saygı duyulması için otoritenin saygın olması gerekir." Amanda muhallebiyi tahta bir kaşıkla çırptı.
"Ya? Anayasaca tayin ve ihdas olunmuş devlet otoritesi sana göre yeterince saygın değil demek."
"Benim saygı duyduğum tek otorite, kelebeklerin sonbaharda güneye, baharda kuzeye uçmalarını sağlayandır."
"Tanrı'yı mı kastediyorsun?"
"Şart değil."
"Otoriteyi sorgulaman mümkün değil," dedi ajan, Amanda'nın son söylediği şeyin içerdiği anlamlara aldırış etmeden. "Sen kim oluyorsun da otoriteyi sorguluyorsun? Kırklı yıllarda, Amerika'nın Hitler'e karşı kendini savunduğu zamanlarda faşist saldırılara karşı verilen savaşı hatırlamazsın, sen daha doğmamıştın o zaman. Küçük hanım, sen hürriyet ve eğitime, toplumumuzun sunduğu tüm iyi şeylere kavuşabilesin siye ben hayatımı tehlikeye attım; bu milletin otorite sahibi kişileri, ülkeyi kurtarıp senin hür ve saygın yaşayabileceğin bir yer haline getirdiler ama sen bunları hatırlamazsın, değil mi? Ben hayatımı tehlikeye attım..."
"Hayatını tehlikeye attın, peki ama başka neyi tehlikeye atmayı göze aldın bugüne kadar? Hoşnutsuzluğu göze aldın mı hiç? Ekonomik güvenliği tehlikeye atmayı göze aldın mı hiç? İnsanın hayatını tehlikeye atmayı göze almasını özellikle cesur bir davranış olarak görmüyorum. Ne olur yani, hayatını kaybeder, kahramanların cennetine gidersin, orada sonsuza dek bir elin yağda bir elin balda yaşarsın. Öyle değil mi? Mükafatını alırsın, yaptıklarının dünyevi sonuçlarına katlanmazsın. Buna cesaret denmez. Gerçek cesaret, onsuz yapamayacağın bir şeyi tehlikeye atmayı göze almaktır, gerçek cesaret insanı düşüncelerini yeniden gözden geçirmeye, değişimin güçlüklerine katlanmaya ve bilincini genişletmeye zorlayabilecek bir şeydir. Gerçek cesaret, insanın basmakalıp inançlarını tehlikeye atmayı göze almasıdır."
Bir an için ajanın üzerine düşünceli bir hal çöktü. Sonra hapırıp köpürdü: "Sen ne anlarsın ki? Sen, bacak kadar kaçık bir kız, kim oluyorsun da bu ithamlarda bulunuyorsun? Ne saçmalık! Bu ne cüret! Amerika Birlşik Devletleri, yeryüzündeki en büyük ülkedir ve öyle de olagelmiştir."
"Amerika Birleşik Devletleri'nin iki yüz yıldan daha az bir geçmişi var. Hindistan'da ve Çin'de dört bin yıl boyunca büyük medeniyetler yaşadı. Tibet altı bin yıl önce ileri düzeyde bir aydınlanma evresi geçirdi." Amanda sessiz konuşuyordu. Tartışmalardan nefret ederdi. Küçük çaplı savaşlardı tartışmalar. "Gel," dedi. "Sıcak muhallebi ye biraz. Hepimize bol bol yeter."
Amanda ağzına kadar muhallebi dolu Haida kasesini uzattı. Muhallebinin dumanı tütüyordu, sütü iyice emmişti. Sessiz sedasız işine baktı muhallebi. Sayısız parmaklarıyla dışarıdaki ormanların ve tarlaların üzerinde davul çalan serin Kuzeybatı yağmuruyla hoş bir tezat oluşturuyordu. O muhallebi kasesi insanın güvenebileceği bie şeydi; evcil ve güvenli bir şey. Jack London'la denize açılmak üzere kaçmazdı ya da bir şamanın peşine takılıp onu kulübesine dek izlemezdi. O muhallebi, her türlü otoriteye uyacak denli uysal ve sorumluluk sahibiydi. Sıcak diplomasisi sayesinde zıt felsefeler arsındaki kırgınlıkları inanılır biçimde giderebilirdi. Ancak Çin'den bahsedilmesi ajana fazla gelmişti. Çin ha? Bu kadarı da fazlaydı! Muhallebiye tepeden bakarak tüm heybetiyle kapıdan dışarı çıktı, elinde golf sopası, ıslak korunun içinde fır dönerek " Ben Amerikalıyım ve bundan gurur duyuyorum!" diye bağırdı.
Amanda kibarca kapıyı arkasından kapadı. "Ben insanım ve bunun sonuçlarını kabullenmeye hazırım," dedi.
Güzel bir genç kadının bir muhallebinin tadına bakmasını seyretmenin çeşitli yolları vardır. Bunlardan biri de bir çeçe sineğinin üzerinden seyretmektir.

7.7.08

Nasıl? Kim? Neden?

hepimiz kendimizi sorduğumuz sorulara göre belirleriz. tercihlerimiz sorularımızdan gelir...

"nasıl?" sorusunu soranlar gerçek hayatın gerçek uğraşlarını en iyi öğrenenlerdir. bilimle, sanatla, dünyayı "dünya" yapan her branşla ilgilenirler. siyasetçiler buradan çıkar. çünkü kendilerinden öncekilerin nasıl yaptıklarıyla ilgilenip meşgul olmuşlar ve akıllarına başka bir soruyu getirmemişlerdir..

"kim?" ya da "ne?" ile başlayan sorular ise fail arayan, yaratıcı, yok edici ya da olay araştıran insanların hayatlarını çizer. alın yazısı varsa bunu bir de yazan vardır. doğa varsa tanrı vardır. çocuk varsa anne ve baba vardır. ve bu insanlar dinle ilgilenirler. "nasıl?" sorusunu soran ve dünya burjuvazisini oluşturanların aksine gerçek hayattaki işlerle ilgileri asgari düzeydedir. çeşitli dinlere mensup olurlar. ve sorularını kutsal kitaplarına yöneltirler. burjuvaların hukuk kitaplarına yönelttikleri gibi..

ve en sonunda, sorularına "neden?" sözcüğü ile başlayanlar gelir. sonunda diyorum, çünkü aralarında kronolojik bir sıralama olduğu gerçektir. insan önce hayatta kalmış sonra inanmış ve en son reddetmiştir. "neden?" sorusu ise ne hayatı, ne de yaratıcıyı merak eder. merak ettiği tek konu kendisidir. ve kendisiyle o kadar ilgilidir ki, soruyu soran kişi içinde iyiliğe yatkın birçok özellik barınmasına, hiç tanımadığı bir insanın hayatını kurtarmak için kendisininkini tehlikeye atabilecek olmasına rağmen yakın çevresine, sırf "kendisi" olduğu için acı çektirecek kadar bencildir. filozoftur. düşünür. nedenleri merak eder. elinden geldiğince de erişir. ama tek sorun, elindeki nedenlerle ne yapacağını bilememesidir.

"nasıl"ı soran bildiklerini kullanarak hayatını kazanır. "kim"i soran tanrısını bulur ve tapar. "neden"i soran ise nedenleri bulur, bir süre savunur sonra unutur. başka nedenler bulur, onları da savunur ve unutur. ve böyle gider...

29.6.08

queer as a clockwork orange

(...)

koca yapıların iki yanını sınırlandırdığı bu daracık sokağa bakan pencerelerden mavi ışık sızıyordu dışarı. besbelli televizyon seyrediyordu insanlar sıcacık odalarında; güven içinde. bu gece tüm dünya yurttaşları aynı programı izleyecekler enayi kutusunda. uzayda dolaşıp duran bir verici, sinyalleri toplayıp dağıtacak. genellikle bu kutunun başında oturup özyaşamlarını yitirerek başkalarınınkine musallat olanlar orta yaşlı, burjuva sınıfındandır. onların asalaklığından bıktım artık, bıktım.

27.6.08

Ammar


"Acı var," dedi Shevek ellerini açarak. "Gerçek. Ona yanlış anlama diyebilirim, ama var olmadığını veya herhangi bir zamanda yok olacağını varsayamam. Acı çekme, yaşamımızın koşulu. Başına geldiği zaman fark ediyorsun. Onun gerçek olduğunu anlıyorsun. Tabii ki, tıpkı toplumsal organizmanın yaptığı gibi, hastalıkları iyileştirmek, açlık ve adaletsizliği önlemek doğru bir şey. Ama hiçbir toplum varolmanın doğasını değiştiremez. Acı çekmeyi önleyemeyiz. Şu acıyı, bu acıyı dindirebiliriz, ama Acı'yı dindiremeyiz. Bir toplum ancak toplumsal acıyı -gereksiz acıyı- dindirebilir. Gerisi kalır. Kök, gerçek olan. Buradaki herkes acıyı öğrenecek; eğer elli yıl yaşarsak, elli yıldır acıyı biliyor olacağız. En sonunda da öleceğiz. Bu doğamızın koşulu. Yaşamdan korkuyorum! Bazen ben- çok korkuyorum. Herhangi bir mutluluk çok basit gibi geliyor. Yine de her şey için, bu mutluluk arayışının, bu acı korkusunun tümüyle yanlış anlama olup olmadığını merak ediyorum... Ondan korkmak veya kaçmak yerine onun... içinden geçilebilse, aşılabilse. Arkasında bir şey var. Acı çeken şey benlik; benliğin ise- yok olduğu bir yer var. Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Ama gerçekliğin, rahatlık ve mutlulukta görmediğim, acıda gördüğüm gerçeğin, acının gerçekliğinin acı olmadığına inanıyorum. Eğer içinden geçebilirsen. Eğer sonuna kadar ona dayanabilirsen.

16.6.08

Mavi Kuş


yüreğimde çıkıp gitmek isteyen,
mavi bir kuş var.
ama ben onun için çok sertim.
kal orda diyorum, kal!
seni kimsenin görmesine izin vermeyeceğim...
yüreğimde çıkıp gitmek isteyen,
mavi bir kuş var.
ama ben onun üstüne viski döküyorum,
sigaramı üflüyorum.
ve fahişeler, barmenler ve manav
hiçbir zaman orda olduğunu bilmezler.
yüreğimde çıkıp gitmek isteyen,
mavi bir kuş var.
ama ben onun için çok sertim...
diyorum ki;
çök oraya, herşeyimi bozmak mı istiyorsun?
işlerimi altüst mü etmek istiyorsun?
avrupa'daki kitap satışlarımı sabote etmek mi niyetin?
yüreğimde çıkıp gitmek isteyen,
mavi bir kuş var.
ama ben çok zekiyim.
sadece bazen geceleri dışarı çıkmasına izin veririm.
herkes uyurken...
derim ki,orda olduğunu biliyorum,
üzülme...
ve sonra yine içime saklarım.
ama biliyorum şarkısını hafifçe mırıldanıyor.
ölmesine izin vermiş değilim.
ve biz gizli anlaşmamızla öylece,
uyuruz...
ve bu bir insanı ağlatacak kadar hoş...
ama ben ağlamam.
ya siz?

12.6.08

Donya Rosa

"hey, buraya gel."
garson, donya rosa'ya yanaşır.
"bastın mı tekmeyi?"
"evet hanımefendi."
"kaç kere?"
"iki"
"neresine vurdun?"
"neresine denk gelirse; bacaklarına."
"aferin sana! işte böyle davranmak gerekir hırsızlara!"
garsonun bel kemiğinden bir ürperti iner aşağı. gözüpek bir erkek olsaydı hemen oracıkta boğuverirdi donya rosa'yı; bereket versin gözüpek bir erkek değildir. donya rosa'ysa zalim bir gülümsemeyle sinsi sinsi sırıtmaktadır. felakete uğramış soydaşlarını seyretmekten hoşlanan insanlar vardır bu dünyada; daha yakından görebilmek için, sefil mahalleleri dolaşıp ölüm döşeğindeki hastalara, eski bir battaniyeye sarılmış veremlilere, kemikleri sertleşmemiş kansız ve şiş karınlı çocuklara, on bir yaşındaki analara, uyuz kızıldereli reislerine benzeyen ve kötü çıbanların yiyip bitirmiş olduğu kırk yaşındaki orospulara eski püskü şeyler armağan etmeye adarlar kendilerini. donya rosa bu sınıfa bile girmez. donya rosa, o coşkuyu, ürpertiyi kendi evinde tatmayı yeğler.

10.6.08

Peçete Koleksiyonu


peçete koleksiyonu yaptığımızdan beri kadınız. oğlan çocuklarının yere çivi atarak oynadıkları oyunu öğrenmeye çalıştığımızdan beri de, daha çok. kanamanın ve sevişmenin bununla bir ilgisi olmadı hiç. "hayal dünyası"nda yaşadığımdan beri de, kafam karışık biraz. hiçbir kadının bütünlüklü bir öyküsü olamayacağını düşünüyorum durmadan. çünkü bütünü, bizlerde bir bütün için yola çıkanlar, parçalara böldüler. sonra onlar da bölündü. öykülerimizi artık kuramıyoruz. hiçbirimizin serim, düğüm ve sonucu olamadı. kadınların, küçük, komik ve acı öyküleri vardı. öyle ya, peçete koleksiyonu yapan bir cinsten ne beklenebilir ki?




(fotoğraf:
eloise vera)

4.6.08

Dayım




Sanki avluyu kucaklayacakmış gibi açılan iki kol kavrayıverdi kardeşimle beni. Bir anda ayaklarımız kesildi yerden. Göğsü üstünde yapışık kaldık bir süre. Öptü, öptü; kokladı, kokladı...
Demek dayım buydu. Yıllardır resimlerinden ve mektuplarından tanıdığım. Bu kadar irikıyım bir adam nasıl sığmıştı ufacık resimlere?
Boyuna posuna, yüzüne bakakalmıştım.
Annem ve babamla da kucaklaştıktan sonra:
-Samiye, Seyda! dedi, bana o güzel mektupları yazanlar bunar mıydı? Ha, siz miydiniz Hikmet? Kaleminizden bal damlıyordu be. Şimdiden geçtiniz yazıcılıkta dayınızı...
Dayımızdan aldığımız ilk ödül... Elimizden sımsıkı, sımsıcak tutuşu ve bizi koğuş odasına götürüşü. Hapisanede yiyecek ve içecek ne bulunursa bize ikram edişi... Mahkumlarla bizi tanıştırışı, onların gönlünü alışı... Masanın üstünde uran koskoca bir daktilonun garipsenen heybeti, maden bir karyola, yerde bir kilim ve battaniye. Köşede bir çift takunya. Masanın ayakları arasında bir sandalye, iki tabure. Duvara dayalı tek kanatlı bir dolap. Diğer kanadı kopmuş. İçinde öteberi. Duvarda ailemizin resimleri, portreler, kendi yapmış. Suluboya tablolar... Masanın altında, karyolanın başucunda kitaplar, kitaplar... Kağıtlar, kağıtlar..
-Baba, gözün aydın. Allah erkence dışarıda buluştursun inşallah.. deyip giden mahkumlar.. Onların öykülerini sevecenlikle bize anlatması; Bak o var ya, cinayetten... Bu tütün kaçakçılığından, ayıngacılıktan... Şu kız kaçırmaktan.. Ben şiir yazmaktan...
Otuzbeş yıl ceza. Sekizini yatmış. Daha uzun yıllar yatacak... Kalbiden, karaciğerinden hasta!
Şiir okuyor, gülüyor, şakalaşıyor.. Kişisel hiçbir sorunu dile getirmiyor. Orada otururken sıkılmayalım istiyor.
Biz mahkum, o özgürmüş gibi..

24.5.08

Yama

(...)

bu benim tekniğim. kendime giysilerle hayat veririm. hatta o anda ne giydiğimi hatırlayamadığım sürece, ne yaptığımı, bana ne olduğunu hatırlamak benim için olanaksızdır. elimden ne zaman bir süveter ya da elbise çıkarsam, hayatımdan da bir parçayı çıkarmış olurum. yılan gibi gömlek değiştirir, arkamda solgun ve buruşuk izler bırakırım. eğer herhangi bir anımı hatırlamak istersem, bu pamuk ve yün parçalarını bir bir toplayıp birleştirmem gerekir. en sonunda yamalı bir kişilik oluşturmayı başarırım, ama bu da soğuğa karşı korumasız olur.






(fotoğraf: muette)

23.5.08

Özlüyorum.

(…)

Demli çaydan vazgeçip filtre kahve içmek, sakin, alçakgönüllü bir denizde alabildiğine açılmak yerine Atlantik dalgalarıyla boğuşmak, Latince kökenli bir dilde rüyalar görmek… Bunlar üstesinden gelebildiğim değişimler ama asla yeri doldurulamayanlar da var. Beyazpeynir, adaçayı, Boğaz gibi karpuzlardan söz etmiyorum. Çok daha basit özlemler benimkiler. Örneğin kiraz… Bazen yatağa uzanıp üzerinde incecik buz kalıpları olan bir kâse kirazı düşlüyorum. Erotik bir fantezi gibi işte. Öylesine yalın, karmaşasız, işlenmemiş. Mevsimlerin değişimini özlüyorum. Yaprakların önce yol yol kırmızı çizgilere bezenip alev alev tutuşmalarını, içten içe yanan bir ateşle yavaşça kavrulup sararmalarını… Bir sabah aniden güçten kesilip yere doğru süzülmelerini… Yüzünde kamçı gibi bir poyraz, morarmış dudaklarla, nereye gittiğini düşünmeden yürümeyi… Soğuğa dayanamayınca içilen zehir gibi çayın o benzersiz ilk yudumunu.

(…)

16.5.08

zor ol

Josephina bir çetin cevize, güç bir erkeğe rastlamak ve yeni yöntemlerle onu baştan çıkartmak istemektedir. Zorlamak, terlemek ve didişmek özlemindedir.

Oysa Ernest London için durum farklıdır. Yıllarca dişiyle tırnağıyla, uykusuz geceler, sancılı gündüzler ve göz nuruyla yarattığı kişiliğinin en gizli kapılarını, sonunda rahatça açabileceği bir kadına rastlamış ve özbenlik hazinelerinin anahtarını ona gururla sunmuştur. O mutludur!

İşte bu noktada erkeklerin güçlü, dayanıklı ve sağlam zırhlarının, kadınlar karşısında nasıl bir beceriksizlik, saflık ve cahillikle düştüğünü anlatmak istedim. Çünkü bu böyledir! Ah bu bütün güçlü erkekler için böyledir!

Halbuki Josephina'yı gizli kapılar ardındaki hazineden çok, kapıları kapalı tutan iradenin gücü ilgilendirmektedir. Asıl oyun, bu irade gücüne karşı, saldırı tekniklerinin altında yatan eğlencedir.

ayin

Her şey hem çok basittir, hem de çok karmaşık! Basittir, çünkü tek gereken bir tutum değişikliğidir: Artık mutluluğu aramazsın. O andan başlayarak bağımsızsındır; hayatı başkalarının gözleriyle değil, kendi gözlerinle görürsün. Yaşıyor olmanın serüvenini aramaya çıkarsın.

Aynı zamanda karmaşıktır da: Herkes bana mutluluğun ulaşılmaya değer tek hedef olduğunu öğrettiği halde neden mutluluğu aramıyorum? Neden hiç kimsenin gitmediği bir yoldan gitmenin riskini göze alıyorum?

Kaldı ki
mutluluk nedir?

Mutluluğun aşk olduğunu söylüyorlar. Oysa aşk mutluluk getirmez, hiçbir zaman da getirmemiştir. Tam tersine, sürekli bir kaygı durumudur aşk, bir savaş meydanıdır; kendi kendimize sürekli olarak acaba doğru mu yapıyorum diye sorduğumuz uykusuz gecelerdir. Gerçek aşk, vecd ile ıstıraptan oluşur.


Peki, ya huzur? Yüce Anamıza bakalım, hiçbir zaan huzur içinde değildir. Kış yazla savaşır, güneşle ay hiçbir zaman bir araya gelmez, kaplan köpekten korkan insanı kovalar, köpek fareyi kovalayan kediyi kovalar, fare de insanı korkutur.


Para mutluluk getirir. İyi de o zaman, yüksek bir hayat düzeyi sağlayacak parayı kazanan herkesin çalışmayı bırakması gerekirdi. Oysa insanlar o kadar para kazanınca eskisinden de tedirgin bir duruma geliyorlar, her şeyi kaybetmektan korkuyorlar sanki. Paranın parayı çektiği doğru.Yoksulluk mutsuzluk getirebilir, ama para ille de mutluluk getirmez.


Hayatımın büyük bir bölümünü mutluluğu arayarak geçirdim; oysa şimdi zevkin peşindeyim. Zevk sevişmeye benzer, başlar ve biter. Haz almak istiyorum. Hoşnut olmak istiyorum, ama mutluluk başka. Artık o tuzağa düşmüyorum.


Birtakım insanlarla bir aradayken o önemli soruyu sorarak onları kışkırtmak istiyorum: "Mutlu musunuz?" Hepsi de, "Evet, mutluyum." diyor.

O zaman şunu soruyorum: "Ama daha fazlasını istemiyor musunuz? Daha ileri gitmek istemiyor musunuz?" Hepsi de "Elbette." diye yanıt veriyorlar.

O zaman da, "Demek mutlu değilsiniz." deyiveriyorum. Hemen konuyu değiştiriyorlar.


(...)

"Tamam, doğru yoldayız. Sen de benim gibi hoşnutsuz bir insansın. Senin 'gerçekliğin' başkalarının 'gerçekliği' ile uyuşmuyor."

(...)

"İnsanlara farklı olmayı öğret. Hepsi bu!"
Hayatın zevki farklı olmaktaydı. Mutluluk, zaten sahip olduklarıyla tatmin olma duygusuydu. Oysa Athena, tıpkı benim gibi, dünyaya böyle bir hayat yaşamaya gelmemişti.

Sizin Hiç Oğlunuz "Öldürüldü" Mü?

"gazeteci metin göktepe'nin gözaltında dövülerek öldürülmesiyle ilgili afyon'da görülen davanın 23. duru$masında sürpriz bir karar çıktı. tutuklu be$ polis tahliye edildi."

istatistiklerin, insan hayatını sayılara indirgemek gibi korkunç bir boyutu vardır. gene de geçen yılın "insan hakları ihlalleri" raporuna ba$vurdum, gerçeğin korkunçluğunu kavramama yardımcı olsun diye. sayılar kupkuru, yadsınamaz dilleriyle, alıntıladığım haberin yayınlanı$ından (12 aralık) beri iki ki$inin daha i$kencede ölmü$ olabileceğine i$aret ediyor.

"metin göktepe'nin annesinin bulunduğu duru$mada, savcunun tahliye istemiyle birlikte mahkeme salonu sessizliğe büründü."

sessizlik... çığ gibi büyüyen sessizliğimiz. sizin hiç oğlunuz öldü mü?
hiç çok sevdiğiniz birinin bir daha dönmemek üzere çıkıp gidi$ini izlediniz mi? o sabah da herhangi bir sabah gibidir. gene kahvaltısını atlamı$, aç karnına sigara içmi$tir. sinirlidir, sabahları hep olduğu gibi. atkısını evde unutmu$tur. sanki o gün daha mı tedirgindi, yoksa sonradan dü$ündüğünüzde, o sabahı binlerce kez belleğinizde kurguladığınızda size mi öyle gelmi$ti? bilseydiniz.. geli$igüzel bir veda yerine onu bir kez daha kucaklardınız. kucaklar, bırakmazdınız. dünyanın tüm bağlarıyla bağlardınız onu, tüm bağlılıkları, vaatleri, yeminleriyle. sırf o kağıdan çıkıp gitmesin diye dünyayı durdururmanız gerekse durdururdunuz. bilseydiniz..

"kararın açıklanmasından sonra, mahkeme salonundaki polis yakınları bozkurt i$aretleri yaparak, ailenin ve avukatların üzerine saldırdı."

siz hiç ba$ına ne geldiği bilinmeyen birini beklediniz mi? saatlerce, günlerce, telefonun ba$ından ayrılmadan, her çalı$ında bo$ umutlara, korkunç korkulara kapılıp.. her saniye yüreğinizden acıyla kopup yere dü$mekte, parçalanmaktadır sanki. zaman, ta$ıdığı ağır yükten tıkanmı$ gibidir. saatlerin o korkunç uğultusuna artık dayanamazsınız, duvarlar üstünüze üstünüze gelir. asansöz sesiyle canlanır, soluğunuzu tutarak çıktığı katları sayarsınız. ayak sesleri. yalnızca komşuymuş.

"istatistiklere göre geçen yıl gözaltına alınanların sayısı otuz binin üzerinde. i$kenceden ölümler ise seksensekiz."

sokaklar garip bir biçimde bo$altılmı$ gibidir. belki de içi bo$altılan hayatın kendisidir. koca bir ağıt kaplamı$tır knti, ama nefdense bir tek sizin kulaklarınız duyar. bir iz olmalı mutlaka bir yerlerde. gözleriniz bütün gazeteleri, bahçeleri, bodrumları, otobüs camlarını tarar. bütün ağaçlara bakarsınız teker teker, belki bıçakla kazınmı$ bir i$aret umuduyla.. tanıdık bir paltoyla yüreğiniz hoplar.

"anne fadime göktepe, baklava çalan çocukların 18 yıla çarptırıldığını hatırlarak, "oğlumun baklava kadar değeri yokmu$" dedi."

okuldan eve biraz geç geldiği günü hatırlarsınız. ceketi yırtılmı$tır, burnu kanamı$tır. öfkeyle dı$arı fırlamak, ona bunu yapanları paralamak istersiniz. ama anlarsınız, çocuktur bunlar, oyunları hoyrattır.
son üç yılın haberlerinden seçmeler: gazi olaylarında vurulan onyedi ki$i, açlık grevlerinde oniki kayıp, diyarbakır cezaevi'nde öldürülen on tutuklu, manisa'da i$kence gören lise öğrencileri.. ve "testere" lakaplı soyguncular, çivi ve matkap kullananlar, annelerinin gözü önünde i$kence edilen ilkokul çağındaki çocuklar, her hafta gözaltına alınan, dövülen cumartesi anneleri..

kur$unlardan, çığlıklardan, ölümlerden, katliamlardan sonra mahkeme salonlarına dü$en sessizlik.

(...)

siz hiç birini "ona değil, bana yapın" diyecek denli sevdiniz mi? sizin hiç oğlunuz
öldürüldü mü?

14.5.08

Güç


"Güç, büyük bir davul gümbürtüsüdür," dedi Aketa. "Gök gürültüsü. Elektriği yaratan şelalenin sesi. Başka hiçbir şeye yer kalmayacak kadar doldurur insanı."

Ket, toprağa birkaç damla su damlatarak, "İç, yolcu," diye mırıldandı. Toprağa çiçek tozları serpiştirdi, "Ye, yolcu," diye mırıldandı. Bakışlarını, gücün dağı İyananam'a kaldırdı. "Belki sadece gök gürültüsünü dinlemiş, başka hiçbir şey duyamamıştır," dedi. "Sence ne yaptığını biliyor muydu?"

"Bence ne yaptığını biliyordu," dedi Aketa.

4.5.08

Perde!


(...)

evde yine hiç kimse yok. hiç olmadılar ki!

küçükken, aslında bir prenses olduğumu, kral babamın iyi yetişmem için bana kocaman bir oyun oynadığını, çevremdeki herkesin oyuncu, her şeyin dekor olduğunu, sıradan bir insan gibi yetişirsem daha akıllı bir prenses olacağımı düşündükleri için bu saçma sapan şeyleri bana yaşattıklarını hayal ederdim. değilmiş, hala kimse gelip beni sarayıma götürmedi.

hayal kurmak, çamaşır suyu içmek kadar zor!

yazacak bir şeyim de kalmadığına göre.. evet, artık bitti, perde!
(fotoğraf: minicik)

2.5.08

Dide

(...)

ilk sevgilisi ona hep, "çok bakıyorsun" derdi. "fazla bakıyorsun." bir keresinde "ne demek şimdi bu?" diye kaygıyla sorduğunda, genç adam bir süre sözcük bulmakta sıkıntı çekmiş, ardından "insan senin karşında kendini hep çıplak hissediyor" demişti. düşük göz kapaklarının altından, insanın yüzüne dünyayı delercesine bakan bu koyu renk iri gözbebeklerinin gücünü ilk böyle keşfetmişti. annesinin, o çocukken "domuz domuz bakma öyle" demesinin nedeni, sevgilisinin bu sözleriyle iyice anlaşılır olmuştu, dahası sonraları onu niye terk ettiği de.. bakışlarında insanları, özellikle erkekleri ürküten bir şey olmuştu hep. fazlasıyla gören gözlerdi bunlar.

29.4.08

Mütereddit Ruhlar




Akışkan değil, yapışkan bir sıvı gibiydi endişe teninin üzerinde. İstese de çekip çıkaramazdı sanki, derisini de beraberinde sökmeden. Hızlı adımlarla karıştı kaldırımın kalabalığına; tesellisiz gözlerini direksiz gökyüzüne bir kez bile çevirmeden...


.

.

.


Gökyüzünün altında ikide bir haşat olan bu insanlar, endişe abideleri olarak değil, abidevi endişeler olarak dolaşırlar aramızda. Mütereddit ruhlardır onlar. Gösterilene değil, gösterilmeyene bakarlar. Batıl inançların sadık takipçileri de onlardır gene. İtikat ile itikatsızlık arasında gidip gelir yüreklerinin sarkacı. Hiçbir gerçek mutlak surette inanılacak kadar kesin değildir; hiçbir sığınak yeterince korunaklı değil. Sallanan çocuk dişleri gibidir hayatla bağlantıları. Yaşlanmadan ölen çocuk dişleri gibi salınırlar direksiz-direksiyonsuz boşluklarda. Sanılanın aksine, ayaklarının altındaki zemin değil, başlarının üzerindeki göklerdir fütursuzca alçalıp yükselen; tekinsiz bir devinimle biteviye dalgalanan. "Hamlet'ten etkilenmiş mütereddit bir ruh asla başkalarının zararına yol açmamıştır." der Cioran. Çünkü onlar, hasarların en büyüğünü gene kendilerine verirler.


Etrafınıza bir bakın. Karınıza, yeni sevgilinize, kırk yıllık kapı komşunuza, oğlunuza ya da çalışma arkadaşlarınıza... Nerede duracağını kestiremeden savrulan mütereddit bir ruh konmuş olabilir çok yakınınıza. Eğer öyleyse, eğer ertesi sabah uyandığınızda hala sizinle birlikteyse, fazla söze ne hacet. Sormayın. Yanınızda olduğu müddetçe burdadır; gittiğindeyse, ardında endişeye bulanmış ayak izleri bırakır sadece. Ama siz siz olun, mütereddit ruhları, gökyüzünün direkleri olduğunu söyleyerek teselli etmeye kalkmayın. Nizamın çıtaları umurlarında bile değildir. Çünkü her zelzelede zangır zangır sallanıp, parça parça ayrılan, altında yaşadıkları gökkubbenin kallavi direkleri değil, göğüs kafeslerinde taşıdıkları pır pır yüreklerin incecik temelleridir.

27.4.08

Hava

(...)



hava da su gibi bir şeydi. ve demek ki hava sudan daha da sinsiydi; su birkaç saatte buruştururken, hava sinsi bir düşman gibi çaktırmadan, senelerce, her aynaya bakışında insanı işkenceyle buruşturuyordu. ve biz daha ilk doğduğumuz anda tanıştığımız kadim dostumuz havanın kazığını yıllar sonra belki de ölürken ve hatta hiçbir zaman anlayamıyoruz; aklımıza gelmiyor en yakın dosttan kazık yemek çünkü. ne saflık!

20.4.08

Ateşten


Haykırıyorum:

-Cemal! İhsan! Bak benim de iki bacağım koptu, kafam parçalandı. Bana karşı muhabbetinizde aşağı eğilen bir şey vardı. Niçin bunları görmeden öldünüz? Ben de bu ezeli şeyler için, bayrak için, namus için parçalandım.
Neferim başıma kolonya sürüyor, gözleri nemli:
-Beğim, Beğim, onlar şehit oldu. Ne mutlu, ağlama, diyor.

Salim'in elini tuttum; çektim, gözünün içine baktım:
-Sen bacaklarını kaybetsen, Fatman seni daha çok sever mi?

Salim anlamamış gibi gözlerini açtı. Sonra yavaş yavaş gözlerine eski manasızlığı geldi:
-Yavuklunu mu düşünüyon Beğim? dedi.

Salim'in ağzını elimle kapattım. Başım düştü.


Niçin ruhumun bu ateş gömleği sırtımdan geçiyor? Gözümden, dilimden kızıl, yakıcı yenlerini gösteriyor?

19.4.08

Yaşamın Dansı

Sadece benimdi,
zincirlerinden boşalmış bir at gibi koşan
beyaz okyanus,
ve o kum tepeciklerine gömdüm, altın anahtarını
yalnızlığımın.

(...)

Okyanusun ortasındaki bir adada geçirilen anları sözcüklere dökmeye çalışmak boşuna bir çabaydı. Onları yalnızca daha derinden yaşayabilir, içselleştirebilirdim. İşte bunun için dans ettim ben de. Güçlü bir tropikal yağmurun altında, ıslak kumlarda dans ettim. Denetimden çıkan, yarıda kesilip koşmaya, yürümeye, gündelik hareketlere dönüşen bale figürleri yaptım. Saçlarım ve parmaklarımla yakalamaya çalıştım rüzgârı, kasırgadaki bir ağaç gibi sallanarak devrildim, bir deniz kabuğu gibi kendi içime kapandım, bir tanrıya yakarırcasına okyanusa doğru diz çöktüm. Son kez dans ederken, baleden çok daha temel bir dansı, yaşamın kendi dansını keşfeden bir balerin gibi, dans etmeyi yeniden öğrendim.

18.4.08

İğne Deliği

Yaşamın kimi yerlerinde, bir iğne deliğinden geçiyor kişi. Geçebilirse ilerliyor, geçemezse yerinde kalıyor. Yerinde saymaksa, geri kalmak değil midir?
Ben, o iğne deliğine sıkıştım kaldım. Bedenim geçti, gelişti, bir kadın oldu ama, beynim hala bir çocuk beyni. Duygusal konularda, o iğne deliğine girdiğim on dört yaşımın kontrolsüzlüğü, yetersizliği ve çaresizliği var ki, konumuma tersliği giderek artan bir güdüklük yaratıyor yaşantımda. Çünkü bedenim büyümesini bitirdi, yaşlanmaya başladı artık -her biyolojik jenerasyonu 25 yıl kabul edersek, çoktan başladım yaşlanmaya- Benimkisi: Uyumsuzluk!

Oturan Varlık

içimin içi, içime sığmıyor. onun içi de öyle. içimin iç katmanlarına iniyorum, yerkabuğundan magmaya doğru gider gibi. içimdeki magmaya varamayacağım. bir magmam olduğundan da kuşkuluyum. yalnızca hararetin gitgide arttığını duyumsuyorum. sonu yok bu yolculuğun. içim dipsiz kuyu. herakleitos'a kulak veriyorum: "kendi kendimi araştırdım." merak ediyorum: kaç kendisi bulmuş kendinde.
dışından bir ses, tv'den geliyor: "memurlar oturma eylemi yaptılar." tuhaf şey; oturma ile eylem. memurun yapacağı eylem de ancak oturarak olur.

memur: oturan varlık.

17.4.08

kadınlar ve erkekler

Beş yaşımdayken 'kadınlar' üzerine düşündüklerim oldukça basitti. Okula giderler, evlenip 'gelin' olurlar, sonra da doğurup 'anne'! Hepsi buydu. 'Anne' olduktan sonra artık olacak bir şey kalmıyor oluşu beni üzmüyor değildi ama, benim elimden bir şey de gelmiyordu. Bunun dışında kadınların neler yapabileceklerine gelince; tuvalet masasının önüne oturur, uzun uzun kendilerine bakar, boyanır, saç tararlar, telefonda uzun uzun iç çekerek konuşurlar, çocuklara kızar, babaya (kocalarına) itiraz ederler, bazen yemek pişirir, eve temizliğe gelen kadına kusur bulurlar, sıkılırlar ve uyurlardı.
Erkeklerin durumu daha değişikti. Onlar evde fazla kalmıyorlardı. Daha çok gülüyor, para kazanıyor, tıraş oluyorbir araya geldiklerinde uzun uzun konuşuyorlardı. Konuştukları konular, kadınlarınkine hiç benzemez, önce sıkıcı gelir, ama önemli duygusu verirdi bana. Kadınların ypıp erkeklerin yapamadığı şeylere gelince: Kadınlar yüzlerini boyayıp küpe takıyorlar, bir de çocuk doğurabiliyorlardı. Buna karşılık sünnet olamıyorlardı. Erkekler sünnet oluyor ve bu yüzden armağanlar alıyor ama etek giyemiyorlar; ama geceleri bile yalnız başlarına sokağa çıkabiliyorlardı. En önemlisi, erkekler ayakta işeyebiliyordu. Sanırım o sıralar beni en çok özendiren, bu sonuncusuydu!
Erkeklerin de ağladığını ilk kez altı yaşımda öğrenmiştim. Annemin uzun bir tatile çıktığı bir yazdı. Babama 'günaydın' demek için, neşeyle yatak odalarına girdiğimde, onu pencerenin pervazına dayanmış, aşağıdaki sokağı seyrederken bulmuştum. Yaklaşınca dudaklarını ısırarak usul usul ağladığını görmüş ve çok korkmuştum. Ben de ağlamaya başlayınca, babam beni fark etmiş, yatıştırmaya çalışmış, dişinin ağrıdığını söylemişti. Hala birinin dişi ağrıdığında, içim cızz eder.

Aşk filmine iki bilet alınmaz.



Aşk filmine iki bilet alınmaz. Zaten iki kişilik aşk da olmaz.
İki kişinin birbirine aşık olabilmesi için üçüncü kişi şarttır. Issız bir adadaki iki kişi sevişebilir, kavga edebilir, yemeğini paylaşabilir, beraber şarkı söyleyebilir... ama aşık olamazlar. Aşk, "bir başkasına rağmen" yaşanan bir duygudur. Düşünebilecek başkaları da varken, yalnız o'nu düşünmek, sevişebilecek başkaları da varken yalnızca onunla sevişmek istemektir. O yüzden aşk, en az üç kişiliktir.

(fotoğraf: eloise vera)

Dönüşür Fazlalığa


Gerçi her yanı ağrılar içindeydi ama sanki bu ağrılar gittikçe azalıyormuş ve yakında tamamen geçecekmiş duygusuna kapıldı. Sırtındaki çürümüş elmayı ve elmanın, iltihaplanıp üzeri baştan aşağı yumuşak bir tozla kaplanmış çevresini artık neredeyse hiç hissetmiyordu. Duygulu ve sevgi dolu bir ruh hali içinde ailesini düşündü tekrar. Bir an önce ortadan kaybolması gerektiği konusunda, kız kardeşinden daha kararlıydı belki de. Bu boş ve sakin düşüncelerle dolu halde, kulenin saati sabahın üçünü vurana dek öylece kaldı. Dışarıda, pencerenin dışında yavaş yavaş günün ağarışına ancak tanık olabildi. Başı, elinde olmadan göğsünün üzerine düştü ve son nefesi yavaşça burun kanatlarından çıkıp gitti.


...


"Ölmüş mü?"

"Bence öyle."

"Eh," dedi Bay Samsa, "artık Tanrı'ya şükredebiliriz."

Sonra istavroz çıkardı ve üç kadın da Bay Samsa'nın hareketini tekrarladılar.

10.4.08

Evcil


İşte tilki bu sırada ortaya çıktı.
-Günaydın, dedi tilki.
-Günaydın, diye cevap verdi, arkasına baktı, ama kimseyi göremedi. Bir ses:
-Buradayım dedi, elma ağacının altında.
-Kimsin sen? dedi küçük prens. Çok güzel görünüyorsun.
-Ben tilkiyim. dedi tilki.
-Gel oynayalım dedi küçük prens, canım çok sıkılıyor.
-Seninle oynayamam dedi tilki, ben evcilleştirilmiş değilim.
-Ya, bağışla, dedi küçük prens. Biraz düşündükten sonra sordu:
-Evcilleştirmek ne demek?
-İnsanların tüfekleri vardır. dedi tilki. Hayvanları vururlar. Can sıkıcı bir şeydir bu. Tavukları da yetiştirirler! İlgilendikleri tek şey budur. Sen tavuk mu arıyorsun?
-Yoo... dedi küçük prens. Ben dost arıyorum. Evcilleştirmek ne demek?
-Arık herkesin unuttuğu bir şey, dedi tilki. Bağlantı kurmak demektir.
-Bağlantı kurmak mı?
-Öyle ya, dedi tilki. Sen daha benim gözümde yüzbinlerce başka çocuktan ayırt edilemeyen küçük bir çocuksun. Sana ihtiyacım yok. Senin de bana ihtiyacın yok. Ben de senin gözünde yüzbinlerce başka tilkiden ayırt edilmeyen bir tilkiyim. Ama, sen beni evcilleştirirsen birbirimize gerekli oluruz. Sen benim için dünya yüzünde biricik olursun. Ben de senin için dünya yüzünde biricik.
(...)
-Yaşantım çok tekdüze. Ben tavukları avlıyorum, insanlar beni avlıyorlar. Bütün tavuklar birbirine benzer, bütün insanlar da. Bu yüzden canım biraz sıkılıyor. Ama sen beni evcilleştirirsen, yaşamıma ışık girmiş gibi olacak. Bütün öteki ayak seslerinden farklı bir ayak sesini tanımayı öğreneceğim. Öteki ayak sesleri beni toprağın altına kaçırıyor. Senin ayak sesin beni yuvamdan dışarı çağıracak, bir türkü gibi. Sonra, bu buğday tanelerini görüyorsun ya. Ben ekmek yemem. Buğday hiç bir işime yaramaz. Üzücü bir şey bu! Ama senin altın rengi saçların var. Onun için, sen beni evcilleştirdiğin zaman çok güzel bir şey olacak! Altın renkli buğdaylar bana seni anımsatacak! Buğdayların arasında esen rüzgarların sesini seveceğim.
Tilki sustu ve küçük prense uzun uzun baktı:
-Ne olursa olsun... Evcilleştir beni, dedi.
-Bunu sevinerek yaparım, diye karşılık verdi küçük prens. Ama zaman sınırlı. Keşfetmem gereken dostlar, tanımam gereken bir sürü şey var.
-İnsan yalnız evcilleştirdiği şeyi tanıyabilir, dedi tilki. İnsanların hiçbir şeyi tanımaya vakitleri olmuyor. Satıcılardan olmuş bitmiş şeyleri satın alıyorlar. Ama, dost satan bir satıcı olmadığı için, insanların dostları da yok artık. Sen bir dost edinmek istiyorsan, evcilleştir beni!
-Ne yapmam greek bunun için, dedi küçük prens.
-Çok sabırlı olman gerek, diye karşılık verdi tilki. Önce, benden biraz uzağa oturursun, şöyle, otların üstüne. Ben sana göz ucuyla bakarım, sen bir şey söylemezsin. Konuşmak, anlaşmazlıkların kaynağıdır. Ama sen, her geçen gün, biraz daha yakın oturabilirsin...

- mi$^li gelecek zaman



söze, "bir zamanlar" diye başlamak, sözü ne kadar eskitebilir ki? tarihin tüm zamanları eskidir. şimdi'den bakıldığında hepsi eskir. tarih ancak nasıl anlatıldığıyla yakınlaşır bize.

bazen daha eski zamanlarda geçtiği halde, bize daha yakınmış gibi gelen olaylara, insanlara, durumlara zamanın rengini veren onların nasıl anlatıldığıdır. bazen zamanı anlattıklarımız yapar. anlattıklarımız büyüler bizi, biz tarih zannederiz.

kelimelerle tozuyup havalanan tarih yeniden ağır ağır yere konduğunda, bizim bildiğimiz kadarı tarih olur.



(fotoğraf: chrystkat)

8.4.08

Unutamadığım

açardın,
yalnızlığımda
mavi ve yeşil,
açardın.
tavşan kanı, kınalı - berrak.
yenerdim acıları, kahpelikleri...

gitmek,
gözlerinde gitmek sürgüne.
yatmak,
gözlerinde yatmak zindanı
gözlerin hani?

"to be or not to be" değil.
"cogito ergo sum" hiç değil...
asıl iş, anlamak kaçınılmaz'ı,
durdurulmaz çığı
sonsuz akımı.

içmek,
gözlerinde içmek ayışığını.
varmak,
gözlerinde varmak can tılsımına.
gözlerin hani?

canımın gizlisinde bir can idin ki
kan değil sevdamız akardı geceye,
sıktıkça cellad,
kemendi...

duymak,
gözlerinde duymak üç - ağaçları
susmak,
gözlerinde susmak,
ustura gibi...
gözlerin hani?

Hasretinden Prangalar Eskittim

seni, anlatabilmek seni.
iyi çocuklara, kahramanlara.
seni anlatabilmek seni,
namussuza, halden bilmeze,
kahpe yalana.

ard- arda kaç zemheri,
kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
dışarda gürül- gürül akan bir dünya...
bir ben uyumadım,
kaç leylim bahar,
hasretinden prangalar eskittim.
saçlarına kan gülleri takayım,
bir o yana
bir bu yana...

seni bağırabilsem seni,
dipsiz kuyulara,
akan yıldıza,
bir kibrit çöpüne varana,
okyanusun en ıssız dalgasına
düşmüş bir kibrit çöpüne.

yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
yitirmiş öpücükleri,
payı yok, apansız inen akşamlardan,
bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
seni anlatabilsem seni...
yokluğun, cehennemin öbür adıdır


üşüyorumkapamagözlerini

7.4.08

Voodoo Kız


beyaz bezdendir teni
yamalar her yerinde
ve rengarenk iğneler
saplanmışlar kalbine


sahip olduğu güzel
hipno-disk gözlerle
erkekleri hemen
alıyor etkisine


çeşit çeşit zombiler
hep etkisi altında
içlerinden birinin
memleketi fransa


ama voodoo kız lanetli
hem de sonsuza kadar
biri ona yaklaştığında


iğneler daha da derine batar..

6.4.08

Sıcak bir banyo..

Connie, sekreterlik kursunda eski arkadaşı Vera'yla karşılaştı.
(...)
Connie böylesine anlayışlı birisiyle karşılaştığına çok sevindi. Okulda Vera'yla yakın değillerdi, ama o anda arkadaşlıkları perçinlendi.
"Anlayışlı biriyle olmak ne demek bilemezsin" diye yazdı annesine. "Sıcak bir banyoya girmek gibi bir şey. Kendini ne kadar kötü hissettiğini saklamazsan anneannemin evindekiler de sana böyle davranacaktır."

Sen, başka türlüsün

Sakın kendini, sakın en küçük sesinden, kıpırdanışından, şevkatinden insanlığın. Çünkü insanlık, sana göre değil. Sen çünkü, eksik bir kelebeksin. Kozasından aceleyle dışarı uğramış. Yarım kanatlı uçucu. Bu dünya hep böyle kalacak. Sen hep böyle kalacaksın. Sen başka türlüsün.

Sen, başka türlüsün. Her zaman daha soğuk olacak hava. Sen küçükken deniz kıyısında iki taş gömmüştün. Birbirlerinden biraz önce ayrılmış gibiydiler. Etin, taşın acısını algıladı. Ağlamaklı olmuştun. (...)

Bütün Kadınlar

avrupa'nın orta yerinde bile ortadoğulu kadınları bir bakışta ayırt edebilirim. hepimizin gözlerinde derin bir korku ve hüzün var. özgüvenimizi hiçbir zaman kazanamamışız, gururumuz rasputin gibi yaralarla dolu. batılı kadınların bedenlerini taşıyışından eser yok bizde. avrupa'daki ilk birkaç ayım işte bunları keşfetmekle, kısacası içinde doğup büyüdüğüm toplumun bana kaybettirdiklerinin faturasını çıkarmakla geçti.

5.4.08

uzun yol


Fotoğrafta gördüğünüz gibi, biri beyaz, biri kara, iki kedi, birbirlerinin omzuna kollarını dolamışçasına, kuyruklarını birbirlerine şefkatle sararak, birbirlerine dayanarak bir yola çıkmışlar.
Resimdeki gölgeler, akşamüstünü söylüyor. Yorgun bir günün sonunda evlerine dönüyorlarmış gibi... Yüzlerini görmüyoruz ama, eminim, mırıl mırıl konuşuyorlardır.Belli, sınanmış, denenmiş bir dostluk bu. Uzun yolları da göze alabilen bir dostluk.
Kedi gibi hareketli, değişken bir hayvanın özel bir anını yakalamak, hele hele fotoğrafını çekmek kolay iş değildir. Benim gibi kedisi olanlar iyi bilir, 'Ah yanımda makine olsaydı da, şu halini görüntüleseydim.' dediğiniz çok olmuştur. Siz kalkıp makineyi alana kadar o çoktan duruş değiştirir. İyi bir kedi fotoğrafı çekebilmek için pusu kuranların, sonsuz bir sabra ve geniş bir zamana gereksinimleri vardır. Zamanın geniş akışı içinde kedilere özgü tipik bir anı yakalayabilmek için, ellerinde makine, bekleyip dururlar. İşte bu nedenle, yukarıdaki fotoğrafı çeken sanatçı, bu 'kare'yi yakaladıktan sonra, kendini mutlu hissetmiş olmalı. Ancak binde bir yakalanan böyle bir anın fotoğrafını çekmek fırsatını sunan Rastlantı Tanrısı'na için için dua etmiş olmalı.
Ya biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk, arkadaşlık, sevgililik fırsatlarını ne yapıyoruz? Akşamüstünün gölgeli bir saatinde, yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl konuşacağımız, omzumuza dolanan bir kolun, başımızı yaslayacağımız bir omzun, belimizi kavrayan bir elin, uzun yollara dayanaklı ayakların sahibi karşımıza çıktığında, tanıyabiliyor muyuz onu? Değerini biliyor; biricikliğini, benzersizliğini anlayabiliyor muyuz?
Yoksa, hayatı sonsuz, fırsatları sayısız sanıp, kendimizi hep ileride bir gün karşılaşacağımızı sandığımız bir başkasına, bir yenisine ertelerken hayat yanımızdan geçip gidiyor mu?.. Karşııza erken çıkmış insanları yolumuzun dışına sürerken, bir gün geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katmıyor muyuz? Hayat her zaman cömert davranmaz bize, tersine çoğu kez zalimdir. Her zaman aynı fırsatları sunmaz. Toyluk zamanlarını ödetir. Hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların, eskitmeden yıprattığımız dostlukların, savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla yapayalnız kalırız bir gün. Bir akşamüstü yanımızda kimsecikler olmaz. Ya da olanlar olması gerekenler değildir.
Yıldızların bizim için parladığı anları göremeyen gözlerimiz, gün gelir, hayatımızdan kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir.
Kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir kendi hayatımızdaki olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak. Bazılarının gelecekte sandıkları 'bir gün...' geçmişte kalmıştır oysa. Hani, şu karşıdan karşıya geçerken, trafik ışıklarında rastladığınız, omzunuzun üzerinden şöyle bir baktığınız, sonra da boş verip, nasıl olsa ileride bir gün yeniden karşıma çıkar dediğinizdir.
Oysa tam da o gün, bu zalim şehri terk etmiştir o. Boş yere bu sokaklarda aranırsınız.

4.4.08

parça başı bütünlük

Her kitabın bir yolculuk olduğu söylenir. Her kitap aynı zamanda bir büyük yolculuğun parçasıdır; o büyük yolculukta başlı başına bir uğrak, bir konaklama yeridir. Kendi içindeki serüveni ne olursa olsun bir kitap olarak gövdelenirken, bizi de, yolculuğumuzu da yeniden biçimlendirir. Hayatı yazmak, bir süre sonra insana, yazıdan bir hayat yapar. Yazının içinde kayboldukça, yazı ile hayat kaynaştıkça, ne kadarınız yazı, ne kadarınız hayattır, ayırt edemez olur, her şeyin yazılmak için var olduğu bir dünyada yaşamaya başlarsınız. Kapatıldığınız bu dünyadan her seferinde ancak yeni br kitapla çıkarsınız dışarıya. Bu durumda, dışarı ne demekse?

insanların gezegeni

---yıl 1917... Kuzey Fransa'nın küçük bir kasabası. Kasabanın polis memuru, sevgilisi kasabanın ilerisindeki siperde savaşan kasaba öğretmeni Lysia Verhareine'ya tepelikte rastlar...---

Yer yer papatyalarla bezenmiş sert çimenlere gelişigüzel oturmuştu. Belinden yere dökülen elbisesinin açık rengi bana ressamların çizdiği bazı meşhur öğle yemeklerini anımsatmıştı. Etrafını çevreleyen çimen ve çiçekler sanki sırf onun için orada bitmişlerdi. Meltem ara sıra saçlarının buklelerini havalandırıyor, ensesine tatlı bir ışık vuruyordu. Bizlerin hiçbir zaman görmek istemediği yere doğru bakıyordu. Güzel gülüşüyle, ki Tanrı şahidimdir bizlere attığı gülüşler o andakinin yanında daha sıradan ve mesafeli sayılırdı, patlamaların dumanı altında titreyen geniş, sonsuz ve karanlık ovayı seyredalmıştı.
İleride cephe sınırı ile gökyüzü birleşiyordu. Öylesine ki insan bir sürü güneşin aynı anda doğup, başarısız bir maytap patlaması gibi battığı zannedebilirdi. Savaşın erkeksi küçük karnavalı kilometrelere yayılıyor, bulunduğumuz sınırdan cücelere göre ayarlanmış bir sirk dekorunun gölgesi gibi seçiliyordu. Her şey öylesine ufaktı ki. Ölüm bu küçüklüğü umursamıyordu ve teçhizatlarıyla delik deşik er bedenleri, yitip giden çığlıklar. açlıklar, korkudan karın ağrılarıyla tüm bu tragedya almış başını gidiyordu.
Lysia Verhareine tüm bunları gözlerini kırpmadan izlemekteydi. Dizlerinin üzerinde önce kitap sandığım, yazmaya başlamasıyla, kırmızı maroken kappaklı bir not defteri olduğunu anladığım bir şey tutuyordu. Kullandığı kalem öylesine küçüktü ki avucunda kayboluyordu ve sözcükleri yazdıkça hatta tasarladıkça, dudaklarının arasından dökülüyordu. Arkasında durmuş onu izlerken kendimi bir hırsız gibi hissetmiştim.
Tam böyle düşünürken, gülümseyişiniilerideki savaş alanında bırakmış, yavaşça başını bana doğru çevirmişti. Ne yapacağımı ve ne diyeceğimi bilemeden bir asalak gibi, orada kazık gibi kalakalmıştım. Önünde çırılçıplak olsam o kadar rahatsız olmazdım sanırım. Başımla selam vermeyi denemiştim. Yüzü ilk defa bir kış gölü gibi donuktu, tıpkı bir ölününki gibi, yani içten içe canlılığını yitirmiş ve kanı çekilmiş bir başkasının yüzüyle bana bakmıştı.
Ceza gibi bir zaman geçmişti. Sonra bakışlarını yüzümden çekerek, sol elime, Gachentard'ın filintasının sarktığı elime çevirmişti. Onun gördüğünü görüyordum. Bir ağaçkakanın kıçı gibi kızarmıştım o an. Ağzımdan dökür dökülmez pişmanlık duyduğum kelimeler sarfetmiştim. "Dolu değil ... Sırf..." Sonra durmuştum. Bundan daah aptal gürünemezdim heralde. Bakışları ayrılmamıştı üstümden. Gözleri, derimin altına çakılan tuza bulanmış çivi gibiydi. Sonra manzarasına geri dönmüştü ve beni başka bir gezegene havale etmeden önce omuzlarını silkivermişti. Onun için fazlasıyla çirkindi bu gezegen. Çok dar, hatta tıklım tıklım doluydu. Öyle bir gezegendi ki bu, tanrılar ve prensesler bile parmak uçlarında oradan geçerken bile orayı umursamazlardı. İnsanların gezegeniydi.

Doruk


Ne sürer dağa tırmanmak?


Kırk yıl. Esmerdir yerli kılavuzlar

Ufak tefek, yürekli, kaypak.

Rüşvet almazlar.


Kuzey yüzünü mü

önerirsiniz?


Kaş çatıyor bütün yüzler; seçin öyleyse.

Seyyahlar,

Kendi yolculuklarını anlatırlar,

sizinkini değil.

Basılacak sağlam yerleri saklamaz buz.

Kayaları okuyun. Onların sözü yaşar.



Ve zirvede?


Durursunuz.


Derler ki buradan görülebilirmiş

Şehir.


Bilmiyorum.


Aşağı bakarsınız. Garip gelir

yukarı bakıyor olmamak; emin olamazsınız

ne gördüğünüzden.

Kimisi şehir bu der; başkaları

daha uzak bir Alem sezer. Kılavuzlar döner.

Omuzlayın çantanızı, giyin ceketinizi.

Buradan aşağı ne bir iz var,

Ne bir amaç, ne bir yol, ne de yollar.

Akşamın o uçsuz bucaksız inişinde

O altın renkli pusulanın ta içinde

Bir kıpırtı, bir ışıltı belki: Dalgalar mı,

Kuleler mi, tepeler mi? Uzak, uzak.

Değişti kayaların dili.

Bilirdim bir zamanlar ne dediklerini.


Ne sürer iniş?

3.4.08

Mabel

- seni okula yetiştirmem için hemen çıkmamız gerek, dedi yumuşacık.
- kabanımı bulamıyorum.
- arka odaya bak tuna.

arkadaki küçük oda, onun yatak odasıydı, girip kabanıma baktım, yoktu. tam çıkarken yatağın başucundaki komidinin üstünde gümüş bir çerçevede duran bir fotoğraf dikkatimi çekti. renkli, eski bir fotoğrafta iki erkek çocuk beceriksizce dikilmiş, objektife bakıyordu. ada'nın çektiğini aniden anımsadığım bu fotoğrafta ben oniki, aras ondört yaşlarında olmalıydı. aras, fotoğraftan nefret eden insanların hep yaptığı gibi kasılmış, ben şimdi şirin gelen ama o sıralar nefret ettiğimin gözlüklerimin arkasından sivilceli suratımla sırıtıyordum. aras o çocuk halinde bile dikkati çekecek kadar yakışıklı, ben hep çok (!) sevimliydim...

o zaman bir kez daha anladım ve yediğim darbenin şiddetiyle yatağa oturmak zorunda kaldım. tanrım, bu yetişkin kadın, yatağının başucundaki iki çocuğun fotoğrafıyla yaşıyordu hala! iki çocuk! yaşamını bu biri çoktan ölmüş, öbürü beceriksizce ortalarda dolaşan iki oğlan çocuğu yüzünden yaşayamıyordu ada! aras'ın hayaletiyle, benim kararsızlığım bu kızın büyümesine izin vermiyor, üstelik onu özgür de bırakmıyordu(k). ada, kalbini aras'ın öldüğü yaşa kilitlemiş, bir daha açamıyordu. tanrım, bu kız bizi bu kadar çok seviyordu ve bu sevgi yüzünden aslında hiçbirimiz hayatımızı yaşayamıyorduk! neden bu kadar kilitlenmişti üçümüzün yaşamı böyle? neden bir sevgi böyle yük olmuştu gencecik yaşamlarımıza?

31.3.08

Denizi Olmayan Kent


(...)

ama yine de ancak denizli şehirlerde kendi başına kalır insan. çünkü yüzünü denize dönebilirsin. böylece sırtını çevirirsin kalabalığa. denizsiz şehirlerde ise nereye dönersen insan, nereye dönersen.

o yüzden işte, iyi geçinmelidir birbiriyle, denizsiz şehirlerde kişiler. denizli şehirlerdeyse, insan yüzlerine çarpmadan da yaşayabilir isteyenler.



( fotoğraf: eloise vera)

Sağır

-Arturo Bandini'nin iş başvurusu baştan reddedilmiştir, duvar kenarında gördüğü, kendisine gülümsemekte olan yaşlı adama yaklaşır...-

"Koyun bunlar!" dedim. "Evet, koyun! Amerikan sisteminin kurbanlık koyunları, köleleri diyorum sana! Teklifi altın tepside bile sunsalar bu fabrikada çalışmayı kabul etmem! Bu sisteme dahil olduğun anda ruhunu yitirirsin. Hayır, çok teşekkür ederim. Ruhunu yitirdikten sonra dünyaya sahip olsan ne fayda?"
Benimle aynı kanıda olduğunu belirtir biçimde başını salladı, devam etmemi istiyordu. Isınmaya başlamıştım. Makine çağında iş koşulları, ilerde üzerinde çalışılacak bir konu.
"Koyun diyorum sana! Ödlek koyun sürüsü!"
Gözleri parladı. Piposunu çıkarıp yaktı. İğrenç kokuyordu pipo. Ağzından çıkardığında burnundan akan sümük piponun kenarına yapıştı. Başparmağıyla silip parmağını bacağına sürttü. Burnunu silme zahmetine katlanmadı. Bandini konuştuğunda burnunu silmeye zaman bulamazsın.
"Güldürüyor beni," dedim. "Paha biçilmez bir görüntü bu. Ruhlarını kırptıran koyunlar. Rabelais'vari bir görüntü. Gülmek zorundayım." Ve katıla katıla güldüm. O da güldü, bacağını tokatlayıp tiz kahkahalar attı, gözlerinden yaş gelinceye kadar. Gönlüme göre birini bulmuştum nihayet, evrensel bir mizah anlayışına sahip biri, tulumuna ve anlamsız kemerine rağmen kendini çok iyi eğitmiş biri besbelli. Cebinden küçük bir not defteriyle kalem çıkarıp yazmaya başladı. İşte o zaman uyandım: O da bir yazardı, elbette! Büyük sır ortaya çıkmıştı. Yazmayı bitirdikten sonra not defterini bana uzattı:

Lütfen yaz. Duvar kadar sağırım.

Hayır, Arturo Bandini'ye göre iş yoktu o gün. Kendimi oldukça rahatlamış hissettim oradan ayrılırken. Bir uçağım olsaydı keşke, diye geçirdim içimden yürürken, bir milyon dolarım olsaydı keşke, şu deniz kabukları elmas parçaları olsaydı keşke.