28.7.08

ulaşamama özlemi

(...)bir şey bitmelidir, hep böyle olmuştur bu, böyle bilinmiş, böyle istenmiştir, ne için başlanılmışsa bir şeye, hangi son için, o sonun gelişi doğal sayılır. Bitiş yakınsa, belliyse, sonu ne olduğu unutulmamışsa, kaçırılmamışsa gözden o son ulaşılabilir, varılabilir gibiyse, sona varma, yetişme tutkusu, bitirme kaygısı sarar kişiyi; ama son uzaksa, inanılmayacak, varılmayacak gibisine uzaktaysa, o zaman bu bitmeyecekmiş gibi görünen ilerleme, bu sonsuz çaba büyüler insanı; küçük adımların hastası olunur artık. Artık bu ufak ilerlemeler; o çok uzaktaki bitiş noktasından çok daha önemli, özlenesi olur.(...)

Sabah Eskimişliğin..

siz hep böyle akıllı görünme çabasında mısınız? ayrıntıların kişisi olmadığınız o denli açık ki, sizin adınıza ben sıkılıyorum. çağımızın abartılmış tilciklerini bir kullanmanız var ki.. hem bu odada o kadar sağlıksız görüntüler taşıyarak havasız yaşamakta direnmenin sizce anlamı nedir? üstelik kadınların dudak boyaları ve pudraları saat on ikiden sonra dökülüp ihtiyarlamaya başlıyor. çok fazla kuşkulu, mutsuz, alımsız bir kadın kalabalığı, oysa ayakları ne kadar bakımlı, ayakkabılarını boyatmadan eskitiyorlar. erkekler gittikçe gevşek ve kolay oluyorlar, sonra bu pörsümüşlüğün yarı karanlığına tek tek serin şarkılar yayıyorlar. sevgiden söz etmenin yeridir. başlayabilirsiniz ya da onun yerine neyi koydunuzsa..

15.7.08

Nehir Boyunca Kadınlar Gördüm

Porsuk nehrinin geçtiği kadınlar
Hepsine yüzer kere rastladım en azdan
Umustsuz sevdalara tutulmak onlarda
Bozkıra doğru seyrele seyrele yaşamak onlarda
Verdi mi adama her şeylerini verirler
Ben gördüm ne gördümse kadınlarda
Porsuk nehrinin geçtiği

Kızılırmak parça parça olasın

Bir parça ekmek siyah, on kuruşluk kına kırmızı
Taş toprak arasında türküler arasında
Karanlıkta bir yanları örtük bir yanları üryan
Kocaman gözleriyle oy anam bu kadar dokunaklı
Kimler ürkütmüş acaba bu kadar kadını

Dicle kıyılarına tiren varınca
Büyük bir gökyüzü git allahım git

Genel olarak önce kaşları görünür
Sonra bütünsüz uykuları kaşla göz arasında
Yanaklarında çıban izi taşıyan kadınlar
Gül kurusu

Bir gün sizin de yolunuz düşer memlekete
Siz de görürsünüz bunları kadınlarda
Ödevleri yenilmek olan hep
Bıçakla kemik arasında
Susmakla ağlamak arasında
Yenilmek
Kadınlar

10.7.08

uysal muhallebi ve çeçe sineği

Bir FBI ajanını seyretmenin çaşitli yolları vardır. Bunlardan biri de bir çeçe sineğinin üzerinden seyretmektir. Çeçe sineğimiz küp şeklindeki bir kehribara demir atmış, ince kanatları sade bir zarafetle donmuştu; kıllı bacaklarını iki yana açmış ebediyetin üzerinde oturuyordu. (...) Ajanın, çeçe sineğinin üzerinden gördüğüm kadarıyla, birisinin babasıymış gibi bir hali vardı. Hiç kuşkusuz öyleydi. Diğerlerinin aksine Amanda'yla mutfakta sohbet etmeye başladığında, sesinin tonu aslında babacandı.
"Siz gençleri anlayamıyorum. Yani gerçekten anlayamıyorum. Herhalde fazla rahat yaşadınız, gevşetip çürütünceye dek şımarttık sizleri."
"Nasıl yani?" diye sordu Amanda. Thor'un öğle yemeği için muhallebi kaynatıyordu.
"Hiç sorumluluk sahibi olmamanız..."
"Neye karşı sorumluluk?" diye sordu Amanda.
"Tabi ki demokratik yaşam tarzımıza, vergilerle ayakta duran kurumlarımıza..."
"Birey olan insanlara," demek cüretini gösterdi Amanda.
"Bizim devletimiz hukuk devletidir, insan devleti değil." diye beyan etti ajan.
"Sorun belki de burada."
"Sorun demekle neyi kastediyorsun? Sen ne dediğini bilmiyorsun. Yasalarımız kutsaldır."
"Halkımız kutsal değil mi?"
"Bir yasaya, kanun kitaplarından yasal olarak çıkartılana dek herkes tarafından gözü kapalı itaat edilmelidir, eğer demokratik bir toplumda yaşamayı sürdürmek ve anarşi çıkmasını engellemek istiyorsak. Yasaların ve cezalandırma sisteminin olması şart. Mağaralarda yaşamayı bırakalı beri, gecenin peşi sıra gelen gündüz gibi, günahların peşinden gitmiştir hep cezalandırma. Cezalandırma kötülüklerin peşini bıraktığında medeniyetin dokusu çözülmeye başlar."
Amanda muhallebiyi karıştırdı. "Günahlarımız için hep cezalandırıldıysak eğer, cezalandırılmadığımızda neler olacağını nereden biliyorsun?" diye sordu.
Ajan küçümseyerek baktı. "Siz yok musunuz siz. Sizler, bu, bu kaçık yerdekiler." Ön taraftaki odayı işaret etti ama beni, çeçe sineğinin mabedi arkasında basurlarımı dinlendirişimi görmedi. "Sizler, o lanet olası büyücü, tek bu işe mi bulaştınız bilmem. Ama biri sizi korkak yetiştirseydi, biri size Tanrı korkusu aşılasaydı devletinizle, kiliseyle başınızı belaya sokmazdınız."
"Otorite korkusundan bahsediyorsun."
"Otorite. Doğru bildin. Otoriteye saygı duymayı hiç öğrenmemişsiniz."
"Saygı duyulması için otoritenin saygın olması gerekir." Amanda muhallebiyi tahta bir kaşıkla çırptı.
"Ya? Anayasaca tayin ve ihdas olunmuş devlet otoritesi sana göre yeterince saygın değil demek."
"Benim saygı duyduğum tek otorite, kelebeklerin sonbaharda güneye, baharda kuzeye uçmalarını sağlayandır."
"Tanrı'yı mı kastediyorsun?"
"Şart değil."
"Otoriteyi sorgulaman mümkün değil," dedi ajan, Amanda'nın son söylediği şeyin içerdiği anlamlara aldırış etmeden. "Sen kim oluyorsun da otoriteyi sorguluyorsun? Kırklı yıllarda, Amerika'nın Hitler'e karşı kendini savunduğu zamanlarda faşist saldırılara karşı verilen savaşı hatırlamazsın, sen daha doğmamıştın o zaman. Küçük hanım, sen hürriyet ve eğitime, toplumumuzun sunduğu tüm iyi şeylere kavuşabilesin siye ben hayatımı tehlikeye attım; bu milletin otorite sahibi kişileri, ülkeyi kurtarıp senin hür ve saygın yaşayabileceğin bir yer haline getirdiler ama sen bunları hatırlamazsın, değil mi? Ben hayatımı tehlikeye attım..."
"Hayatını tehlikeye attın, peki ama başka neyi tehlikeye atmayı göze aldın bugüne kadar? Hoşnutsuzluğu göze aldın mı hiç? Ekonomik güvenliği tehlikeye atmayı göze aldın mı hiç? İnsanın hayatını tehlikeye atmayı göze almasını özellikle cesur bir davranış olarak görmüyorum. Ne olur yani, hayatını kaybeder, kahramanların cennetine gidersin, orada sonsuza dek bir elin yağda bir elin balda yaşarsın. Öyle değil mi? Mükafatını alırsın, yaptıklarının dünyevi sonuçlarına katlanmazsın. Buna cesaret denmez. Gerçek cesaret, onsuz yapamayacağın bir şeyi tehlikeye atmayı göze almaktır, gerçek cesaret insanı düşüncelerini yeniden gözden geçirmeye, değişimin güçlüklerine katlanmaya ve bilincini genişletmeye zorlayabilecek bir şeydir. Gerçek cesaret, insanın basmakalıp inançlarını tehlikeye atmayı göze almasıdır."
Bir an için ajanın üzerine düşünceli bir hal çöktü. Sonra hapırıp köpürdü: "Sen ne anlarsın ki? Sen, bacak kadar kaçık bir kız, kim oluyorsun da bu ithamlarda bulunuyorsun? Ne saçmalık! Bu ne cüret! Amerika Birlşik Devletleri, yeryüzündeki en büyük ülkedir ve öyle de olagelmiştir."
"Amerika Birleşik Devletleri'nin iki yüz yıldan daha az bir geçmişi var. Hindistan'da ve Çin'de dört bin yıl boyunca büyük medeniyetler yaşadı. Tibet altı bin yıl önce ileri düzeyde bir aydınlanma evresi geçirdi." Amanda sessiz konuşuyordu. Tartışmalardan nefret ederdi. Küçük çaplı savaşlardı tartışmalar. "Gel," dedi. "Sıcak muhallebi ye biraz. Hepimize bol bol yeter."
Amanda ağzına kadar muhallebi dolu Haida kasesini uzattı. Muhallebinin dumanı tütüyordu, sütü iyice emmişti. Sessiz sedasız işine baktı muhallebi. Sayısız parmaklarıyla dışarıdaki ormanların ve tarlaların üzerinde davul çalan serin Kuzeybatı yağmuruyla hoş bir tezat oluşturuyordu. O muhallebi kasesi insanın güvenebileceği bie şeydi; evcil ve güvenli bir şey. Jack London'la denize açılmak üzere kaçmazdı ya da bir şamanın peşine takılıp onu kulübesine dek izlemezdi. O muhallebi, her türlü otoriteye uyacak denli uysal ve sorumluluk sahibiydi. Sıcak diplomasisi sayesinde zıt felsefeler arsındaki kırgınlıkları inanılır biçimde giderebilirdi. Ancak Çin'den bahsedilmesi ajana fazla gelmişti. Çin ha? Bu kadarı da fazlaydı! Muhallebiye tepeden bakarak tüm heybetiyle kapıdan dışarı çıktı, elinde golf sopası, ıslak korunun içinde fır dönerek " Ben Amerikalıyım ve bundan gurur duyuyorum!" diye bağırdı.
Amanda kibarca kapıyı arkasından kapadı. "Ben insanım ve bunun sonuçlarını kabullenmeye hazırım," dedi.
Güzel bir genç kadının bir muhallebinin tadına bakmasını seyretmenin çeşitli yolları vardır. Bunlardan biri de bir çeçe sineğinin üzerinden seyretmektir.

7.7.08

Nasıl? Kim? Neden?

hepimiz kendimizi sorduğumuz sorulara göre belirleriz. tercihlerimiz sorularımızdan gelir...

"nasıl?" sorusunu soranlar gerçek hayatın gerçek uğraşlarını en iyi öğrenenlerdir. bilimle, sanatla, dünyayı "dünya" yapan her branşla ilgilenirler. siyasetçiler buradan çıkar. çünkü kendilerinden öncekilerin nasıl yaptıklarıyla ilgilenip meşgul olmuşlar ve akıllarına başka bir soruyu getirmemişlerdir..

"kim?" ya da "ne?" ile başlayan sorular ise fail arayan, yaratıcı, yok edici ya da olay araştıran insanların hayatlarını çizer. alın yazısı varsa bunu bir de yazan vardır. doğa varsa tanrı vardır. çocuk varsa anne ve baba vardır. ve bu insanlar dinle ilgilenirler. "nasıl?" sorusunu soran ve dünya burjuvazisini oluşturanların aksine gerçek hayattaki işlerle ilgileri asgari düzeydedir. çeşitli dinlere mensup olurlar. ve sorularını kutsal kitaplarına yöneltirler. burjuvaların hukuk kitaplarına yönelttikleri gibi..

ve en sonunda, sorularına "neden?" sözcüğü ile başlayanlar gelir. sonunda diyorum, çünkü aralarında kronolojik bir sıralama olduğu gerçektir. insan önce hayatta kalmış sonra inanmış ve en son reddetmiştir. "neden?" sorusu ise ne hayatı, ne de yaratıcıyı merak eder. merak ettiği tek konu kendisidir. ve kendisiyle o kadar ilgilidir ki, soruyu soran kişi içinde iyiliğe yatkın birçok özellik barınmasına, hiç tanımadığı bir insanın hayatını kurtarmak için kendisininkini tehlikeye atabilecek olmasına rağmen yakın çevresine, sırf "kendisi" olduğu için acı çektirecek kadar bencildir. filozoftur. düşünür. nedenleri merak eder. elinden geldiğince de erişir. ama tek sorun, elindeki nedenlerle ne yapacağını bilememesidir.

"nasıl"ı soran bildiklerini kullanarak hayatını kazanır. "kim"i soran tanrısını bulur ve tapar. "neden"i soran ise nedenleri bulur, bir süre savunur sonra unutur. başka nedenler bulur, onları da savunur ve unutur. ve böyle gider...