29.11.08

the catcher in the rye.

bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.

28.11.08

Oblomov'un İki Günü


Sabah kalkar kalkmaz kahvaltısını eder, hemen kanepeye uzanır, başını ellerine dayayıp, kafası yorucu işten bitkin düşünceye kadar, vicdanı refaha kavuşmak için yeterince çalıştığını söyleyinceye dek derin düşüncelere gömülürdü. Ancak ondan sonra kendi kendisinin dinlenmesine izin verirdi. Düşünceli duruşunu, daha az ciddi ve daha rahat bir hayal dünyası için değiştirirdi. Oblomov, işin inceliklerini hallettikten sonra kendi dünyasına çekilmeyi seviyordu. Ulvi düşüncelerin zevkini biliyordu ve insan acılarına yabancı değildi. İnsanlığın çektiği acılar için bazen kalbinin derinliklerinde bir sızı hisseder, uzaklaşıp giden bir şeyler, belki de Stolz'un onu alıp götürdüğü dünya için gizli ve adı konmamış acı bir özlem duyardı... Gözleri yaşarırdı.
.
Bazen insanların namussuzluklarına, yalanlarına, iftiralarına, dünyada hüküm süren kötülüklere sıkılırdı. İnsanlara kötü yönlerini gösterme arzusuyla yanıp tutuşurdu. Birden içinde, kafasını denizin dalgaları gibi süpüren, kanını tutuşturan, kaslarını hareketlendirip, damarlarını şişiren ve amacı halini alan düşünceler uyanırdı. Sonra amaçları çabaya dönüşür, ilahi bir güçle harekete geçer ve bir dakika içinde iki üç kez duruş değiştirirdi. Parıldayan gözlerle kanepede doğrulur, elini ileriye doğru uzatıp etrafa bakardı... Biraz daha kendisini sıksa, çabası kahramanca bir harekete dönüşebilirdi. Tanrım! Böylesine yüce bir çabadan ne harikalar, ne güzel eserler beklenmezdi ki!
.
Ama sabah geçip giderdi.
.
Bitmek üzere olan günle beraber Oblomov'un tükenmiş enerjisi de biraz dinlenmek için sızlanmaya başlardı. Fırtınalar ve coşkular ölüp giderdi. Kafası hayal dünyasının sihirinden arınır, kanı damarlarında daha yavaş akmaya başlardı. Oblomov sakin sakin ve dalgınlıkla arkasını döner, pencereye ve gökyüzüne gözleri takılırdı. Dört katlı evin arkasında tüm görkemiyle batmakta olan güneşi hüzünlü hüzünlü seyrederdi. Güneşin batışını böyle kaç kereler izlemişti!

Ertesi sabah yaşam, yeni heyecanlar ve hayaller yeniden başlardı! Bazen kendisini sadece Napolyon'u değil Yeruslan Lazarevich'i bile solda sıfır bırakan, yenilmez bir general olarak hayal ederdi. Afrika halkının Avrupa'yı istilası nedeniyle bir savaş başlatır ya da yeniden Haçlı seferleri düzenler, şehirleri yakarak, merhamet göstererek, öldürerek, iyilik ve bağışlayıcılıkta bulunarak ulusların kaderini tayin etmek için dövüşürdü. Bazen de bir düşünür ya da büyük bir sanatçı olmayı seçerdi. O zaman herkes ona tapar, alkışlarla ödüllendirilirdi. Büyük bir kalabalık arkasından: "Bak, bak Oblomov geliyor. Bizim büyük İlya İlyich'imiz!" derlerdi. Kötü anlarında büyük acılar çeker, yatakta bir o yana bir bu yana dönüp durur, yüzükoyun yatardı. Bazen de cesareti tamamen kırılırdı. Sonra yataktan kalkar, diz çöker ve hararetli hararetli dua etmeye başlar, onu tehdit eden fırtınayı dindirmesi için Tanrı'ya yalvarırdı. Geleceğin güvencesini Tanrı'ya emanet ettikten sonra dünyadaki her şeye karşı sakin ve kayıtsız bir tavır takınırdı. Artık fırtına elinden geleni ardına koymasın!

Heyecanlı günlerin ardından akşam olup güneş karşısındaki dört katlı evin arkasından görkemli bir top gibi batarken, büyülü bir rüyadan ya da acı veren bir endişeden derin bir iç çekişle uyanıyor, ilahi güçlerini işte böyle kullanıyordu. Sonra yine güneşi dalgın bakışlar ve hüzünlü bir gülümsemeyle seyrediyor, heyecan dolu didinmeyi huzur içinde bir yana bırakıyordu.

Oblomov'un iç dünyasını gören ya da bilen yoktu. Herkes onun pek bir derdi olmadığını düşünüyordu. Sadece yan gelip yatıyor ve yemeklerin zevkini çıkarıyordu. Ondan da bu beklenirdi zaten.

24.11.08

Yolculuk


...Yaşamımın tek ve başlıca amacının daha iyi bir insan ve bir iradeyle büyük bir uyum içinde olmak olduğu düşüncesine geri dönmüştüm. Bu iradenin ifadesini, benden saklı duran ve uzak bir geçmişte bütün insanlığı kendi düsturu haline getiren şeyde bulacağım düşüncesine geri dönmüştüm. Yani kısacası, Allah'a inanmaya, ahlaki bir mükemmelleşmeye ve yaşamın anlamını bahşeden geleneğe dönmüştüm. Yalnız bir şey farklıydı: O zaman bütün bunları bilinçsizce kabul ediyordum; şimdi ise artık bu olmadan yaşayamayacağımın farkındaydım. Başımdan geçenleri şöyle ifade edebilirim:

Ne zamandı bilmiyorum; neresi olduğunu bilmediğim bir sahilde beni bir kayığa oturttular ve sonra kayığı karşı kıyıya yönelttiler. Kürekleri elime verip beni yalnız bıraktılar. Küreklerle elimden geldiği kadar uğraştım ve ilerledim. Ancak ben açıldıkça, beni o bilmediğim yere götüren akıntı da şiddetleniyordu. Ulaşmam gereken hedeften farkında olmadan uzaklaşıyordum. Etrafımda benim gibi akıntıya kapılan birçok kürekçinin olduğunu gördüm. Bazıları durmadan kürek çekmeye devam ederken, bazıları küreklerini çoktan fırlatıp atmıştı. Koca kayıklar, dev gibi gemiler insanlarla doluydu. Bir kısmı akıntıya karşı çabalamaya devam ederken, bir kısmı kendini akıntıya bırakmıştı. Ben de bir yandan ilerleyip bir yandan da akıntının aşağılarında kalan yolcuların ardından bakarken, bana gösterilen yönü unuttum. Tam da akıntının ortasında, aşağı doğru giden kayık ve gemilerin kalabalığında, yönümü iyice kaybettim. Her yanımdan tayfalarının neşeli zafer çığlıkları attığı yelkenliler, gemiler ve kürekli kayıklar geçiyor, akıntının aşağılarına doğru giderlerken bana "Başka bir yön yok!" diye sesleniyorlardı. Ben de onlara inanıyordum ve onlarla birlikte ilerliyordum. Böylece çok uzaklara yol aldım. Öyle uzaklara gittim ki, ortasında yolumu şaşırdığım hızlı akıntıların gürültüsünden başka ses duyamaz oldum ve kayıkların orada nasıl parçalandığını gördüm. Ve bütün bu gördüğüm, yaşadığım şeylerin dehşetinden olsa gerek, kendime geldim. Uzun süre bana ne olduğunu anlayamadım. Önümde yalnızca koşar adım yaklaştığım ve korktuğum yok oluşu görüyor, hiçbir yerde kurtuluş göremiyordum. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. O zaman geriye dönüp baktım ve sayısız kayık gördüm. İnatla, büyük bir savaş vererek akıntıyı geçiyorlardı. O anda kıyıyı, kürekleri ve yönümü hatırladım. Geriye döndüm ve akıntıya ters yönde, kıyıya doğru kürek çekmeye başladım.
Kıyı Allah'tı, yön gelenek, kürekler ise bana verilen özgürlüktü. Ve bütün bunlar bana, kıyıya ulaşmaya çabalayayım, Allah'la birleşeyim diye verilmişti.

6.11.08

Galip Efendi

şehirlerden birinde doğdu
1300 küsür
tuhaf şeyler düşünmekle meşhurdur.

''kaat helvası yesem her gün,'' diye düşündü
5 yaşında

''mektebe gitsem,'' diye düşündü
10 yaşında

''babamın bıçakçı dükkanından
akşam ezanından önce çıksam,'' diye düşündü
11 yaşında

''sarı iskarpinlerim olsa,
kızlar bana baksalar,'' diye düşündü
15 yaşında

''babam neden kapattı dükkanını?
ve fabrika benzemiyor babamın dükkanına,'' diye düşündü
16 yaşında

''yövmiyem artar mı?'' diye düşündü
20 yaşında

''babam ellisinde öldü
ben de böyle tez ni öleceğim?''
diye düşündü
21 yaşındayken

''işsiz kalırsam,'' diye düşündü
22 yaşında

''işsiz kalırsam,'' diye düşündü
23 yaşında

''işsiz kalırsam,'' diye düşündü
24 yaşında

25 yaşında altı ay işsiz kaldı

''işsiz kalırsam,'' diye düşündü
26 yaşında

ve zaman zaman işsiz kalarak
''işsiz kalırsam,'' diye düşündü
50 yaşına kadar

51'inde ''ihtiyarladım!'' dedi
''babamdan bir yıl fazla yaşadım.''

şimdi 52 yaşındadır
ve saplanıyor kafası geceleri
düşüncelerin en tuhafına:
''kaç yaşında öleceğim
ve ölürken üzerimde yorgan olacak mı?''