28.11.10

aşk yerine, sevgi.

ben her şeyi yanaklarımla seviyorum. öpmekten çok. onun yüzüne yanağımı dayamayı.. yani sevgilim değil, sevdiğim. aşk yerine, sevgi.

19.11.10

numenor'un çöküşü

ar-pharazôn'un donanması denizin derinliklerinden gelip, avallôné ile eresséa adacığının etrafını kuşattı; eldar yasa boğuldu, çünkü numenoreanların yarattığı bulut batmakta olan güneşin ışığını kesmişti. ve sonunda ar-pharazôn, kutlu ülke'ye aman'a ve valinor kıyılarına kadar geldi; her taraf hala sessizdi ve hükümleri pamuk ipliğine bağlıydı. çünkü ar-pharazôn nihayet duraksadı ve arkasına döndü. o çıt çıkmayan sahillere bakıp, taniquetil'in, kardan beyaz, ölümden soğuk, sessiz, sabit ve iluvatar'ın ışığının gölgesi gibi müthiş bir şekilde parladığını gördüğünde yüreğine bir şüphe düştü. ama artık kibrinin kölesiydi ve sonunda gemisinden inip, eğer bu topraklar için gelip de savaşan çıkmazsa, kendisinin olacağını söyleyerek, uzun adımlarla sahilde dolaştı. ve numenorean ordusu, tüm eldar'ın bırakıp kaçtığı tuna çevresine karargahını kurdu.


bunun üzerine manwé, iluvatar'ı çağırdı, çünkü o dönemde valar, arda'nın hakimiyetinden vazgeçmişlerdi. iluvatar gücünü gösterip dünyanın şeklini değiştirdi ve numenor ile ölümsüz topraklar arasında derin bir yarık açtı; sular bu yarığa dolarken, oluşan şelalelerin sesi ve dumanı göğe yükseldi ve dünya sarsıldı. numenoreanların donanması uçuruma yuvarlandı ve gemiler batıp sonsuzu dek suyun altında kaldılar. ama aman'a ayak basmış olan kral ar-pharazôn ve fani savaşçıları, yıkılan tepelerin altına gömüldüler. son muharebe'ye ve hüküm günü'ne kadar, o tepelerin altındaki unutulanların mağarası'nda hapsoldukları söylenir.


böylece, sonraki zamanlarda insanların krallarının bütün gemi yolculuklarından ve bilimden ya da yıldız ilminden öğrendikleri şey, dünyanın gerçekten yuvarlak yapılmış olduğuydu, yine de, eldar'ın yola çıkıp, eğer yapabilirse, kadim batı'ya ve avalloné'ye gelmesine izin veriliyordu. bu yüzden insanların alimleri, mutlaka bir dümdüz yol olması gerektiğini söylüyorlardı, çünkü onlara bu yolu bulma izni verilmişti. ve yeni dünya küçülürken, onlar bunu öğrettiler, eski yol ve batı'nın anılarının patikası, havadan ve nefeslerden geçen, görünmeyen, güçlü bir köprü varmışçasına hala uzanıyordu (şimdi tıpkı dünya gibi bu yol da kıvrımlıydı) ve yardım almayan fanilerin ayakta kalamayacakları ilmen'den geçip, tol eresséa'ya, yalnız ada'ya varıyor ve belki de onun ötesine, hala valar'ın yaşadıkları ve dünyanın öyküsünün gelişimini izledikleri valinor'a kadar gidiyordu. ve denizin kıyıları boyunca, belki kaderleri, belki ve valar'ın lütfu veya yardımıyla dümdüz yola giden ve altlarında batmış olan dünyanın yüzünü gören ve böylece lambaların aydınlattığı avalloné rıhtımlarına ulaşan ya da gerçekten aman hududundaki en son kumsallara varıp, orada ölmeden evvel, hem korkutucu hem de güzel olan beyaz dağ'dan etrafa bakan denizcilere ve ümitsiz adamlara dair hikayeler ve söylentiler dolaşıp durdu.


1.9.10

Dominic Molise ve harikulade Kol'u

"Çorabını giy. Dualarını aksatma."
Kepçe kulakların çaresi, Potenzalılara göre, gece yatarken başına kadın çorabı geçirmekti. Çorabı çıkarıncaya kadar işe yarıyordu. Çıkardıktan sonra yine kepçeydiler.
"Kulaklarımla yaşamayı öğrendim, anne. Lütfen sen de öğrenmeye çalışır mısın?"
"Ama Kutsal Anamız duasını denedin mi? Bir ay dene. Sakatları bile yürütebildiğine göre kulaklarını düzeltmek onun için çocuk oyuncağı..."
"Kapa çeneni!" diye bağırdım. "Rahat bırak beni, kulaklarımı rahat bırak."
Bakakaldı, yaralanmış, gözleri kocaman. Tek kelime etmeden yürüyüp hızla yatak odasına gitti, bulanık ruhunu paçavraya dönmüş bir duvağı sürükler gibi sürükleyerek.
Pişmanlık duydum ona bağırdığım için, nefret ediyordum kendimden; ama kulaklarımı düzeltsin diye Tanrı'nın annesine dua etme fikri, onları bu şekilde yaratanın zaten oğlu olduğunu düşününce, delilikten başka bir şey değildi.
...Ah, iyi kadındı annem, asla yalan söylemezdi, kimseyi kandırmazdı, ağzından kötü söz çıkmazdı. Yerleri siler, yığınla çamaşırı yıkayıp asar, saatlerce ütü yapardı; yemek pişirir, dikiş diker, yerleri süpürür, yaşadığımız zorlukların yüzüne cesaretle gülümserdi; ellerinde ve ayaklarında İsa'nın yaraları, başında dikenlerden yapılmış bir taçla dolanırdı. Istırabına tanık olmak yürek parçalayıcıydı, o kadar ki, hasiktir, sıçmışım ağzına, benden bu kadar demesini isterdim. Sabrının taşıp babamın kafasına şarap damacanasını geçireceği, Bettina'nın yüzüne bir tokat aşkedip bizi sopayla döveceği günün özlemiyle yanıp tutuşuyordum. Ama bizi dualarıyla cezalandırmayı, elindeki tespihle boğmayı yeğlerdi.
...
İnanmak zorundaydım. Falsolu atışlarım, fişeklerim, bütün o hakimiyet nereden geliyordu? İnancımı yitirsem çözülebilir, zamanlamamı yitirebilirdim. Atıcıları yürütmeye başlayabilirdim. Bazı şüphelerim vardı tabii ki, ama geri itiyordum onları. Tanrı'ya inancını yitirmeden de yeterince zordu bir atıcının hayatı. Bir anlık inançsızlık kola kramp girmesine neden olabilirdi, suları bulandırmanın alemi ne? Bırak her şey olduğu gibi kalsın. Kol cennetten gelmedir. İnan buna. Takdiri ilahiyi boşver, hem Tanrı sadece iyiyse bu kadar kötülük niye, her şeyi önceden biliyorsa kendi yarattığı insanları cehenneme göndermek niye? Bu soruları sormak için çok erken. İkinci ligde başla, sonra büyük bir takıma transfer ol, Dünya Finali'nde oyna ve bütün zamanların en iyi beysbolcularının arasında yerini al. İşte o zaman arkana yaslanıp soru sorabilirsin; Tanrı neye benzer, bebekler neden sakat doğar, açlığı ve ölümü kim yarattı?
...
Yüce Tanrım, bana yardım et! Ve açtım adımlarımı, düşüncelerim de peşimden geliyorlardı, koşmaya başladım, donmuş ayakkabılarım fareler gibi ciyaklıyorlardı; koşmanın da yararı olmadı, düşünceler bırakmıyordu peşimi. Ama koşarken Kol, o canım sol Kol duruma hakim oldu ve bana usulca seslendi; sakin ol, evlat, yalnızlık bu, bir başınasın dünyada; ne baban ne annen ne de inancın yardım edebilir sana; kimse kimseye yardım edemez, sadece sen yardım edebilirsin kendine, ben de bu yüzden buradayım, çünkü biz birbirimizden ayrılamayız, birlikte her şeyin üstesinden geliriz.

22.7.10

gülümseme

bu gülümsemeyi bulan aschenbach, onu tehlikeli bir armağan gibi alıp yürüdü. o kadar altüst olmuştu ki, taraçanın ve parterin ışığından kaçmak, hızlı adımlarla arkadaki parkın karanlığına sığınmak zorunda kaldı. hem garip bir şekilde öfkeli hem de müşfik azarlamalarının önüne geçemiyordu: " böyle gülmen doğru değil, tadzio! dinle beni, hiç kimseye bu şekilde gülmek doğru değil!" kendini parktaki kanepelerden birine attı, bitkilerin gecedeki kokusunu, kendinden geçmiş, içine çekti. arkasına yaslanmış, kollarını sarkıtmış, yenik düşmüş ve kat kat ürperişlerle sarılı, özlemin burada yersiz, saçma, ayıp, gülünç, ama yine de kutsal, henüz burada da saygıya değer formülünü fısıldadı: " seni seviyorum!"

17.7.10

üç kere 'heves' deyince saçma gelir

“Bir fıçı mı?” dedi Angel. “İçtiniz mi?”
“Hayır,” dedi Jacquemort. “Bomboşum. Yalnızca hareketlerim, tepkilerim, alışkanlıklarım var. Kendimi doldurmak istiyorum. Bu yüzden psikanaliz yapıyorum. Ama fıçım bir Danaide’ler fıçısı. Sindiremiyorum. Düşüncelerini, komplekslerini, duraksamalarını alıyorum ve elimde hiçbir şey kalmıyor. Sindiremiyorum ya da çok iyi sindiriyorum… aynı şey bu. Kuşkusuz, sözcükleri, zarfları, etiketleri tutuyorum; tutkuların, heyecanların hangi deyimlerin altında sıralandıklarını biliyorum, ama onları duymuyorum.”
“Ya şu deney?” dedi Angel.

“…psikanaliz yapacağım kişinin bana her şeyi söylemesi gerekecek. Her şeyi. En kişisel düşüncelerini. En can alıcı sırlarını, gizli inançlarını, kendi kendine bile açıklamayı göze alamadığı şeyi, her şeyi ve gerisini ve onun da ardında olanı. Bunu hiçbir analizci yapmadı. Nereye kadar gidilebileceğini görmek istiyorum. Hevesler ve tutkular istiyorum; başkalarınınkini alacağım. Bugüne kadar bana hiçbir şey kalmamasının nedenini, yeterince ilerlememiş olmama bağlıyorum. Bir kimlik saptama türü geliştirmek istiyorum. Tutkuların var olduğunu bilmek ve onları duymamak; korkunç bir şey bu.”
“İnanın bana,” dedi Angel, “en azından şu istediğiniz pek öyle boş kalmamanızı sağlamaya yeter.”
“Bir şeyin yerine başka bir şey yapmak için en ufak bir nedenim yok,” dedi Jacquemort. “Başkalarından nedenlerini almak istiyorum.”

“Sevgili dostum,” dedi Angel, “yinelememe izin verin; heveslenmeye heveslenmek, daha işin başında, yeterli bir tutkudur. Bunun kanıtı da sizi davranmaya itmesidir.”
Psikiyatr kızıl sakalını okşadı ve gülmeye başladı.
“Ama aynı zamanda heveslerin yokluğunu da kanıtlıyor bu,” dedi.

16.7.10

2 insan

"e, nasılsın bakalım, anlat!"
"hiç!.. söyledim ya!"
bana rast geldiğinden memnun görünüyordu. ihtimal, eriştiği mertebeleri gösterebildiğine , yahut da, benim halimi düşünerek, benim gibi olmadığına seviniyordu. nedense, hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu fenaları kendi başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz. hamdi de bana aynı hislerle hitap eder gibiydi:
"yazı filan yazıyor musun?" dedi.
"ara sıra... şiir, hikaye!"
"bir faydası oluyor mu bari"

1.7.10

The Stone Gods.

"Human beings often display emotion they don't feel. And they often feel emotion they do not display."

That's a discription of me all right. I keep myself locked as a box when it matters, and broken open when it doesn't matter at all.

*

You can change everything about yourself -your name, your home, your skin colour, your gender, even your parents, your private history- but you can't change the time you were born in, or what it is you will have to live through.

27.6.10

Yolgezer

Sam, o gece, hafızasında yaşamının en önemli olaylarından biri olarak kaldığı halde, neler hissettiğini hiçbir zaman ne kelimelerle anlatabildi ne de kendi kendine net olarak hayalinde canlandırabildi. En fazla şöyle diyebiliyordu: “Yani efendim, öyle elma yetiştirsem bahçıvanın hası sayardım kendimi. Ama asıl içime işleyen şarkılarıydı, bilmem anlatabildim mi.
.
.
“Aynı zamanda şöyle de derler,” diye cevapladı Frodo: Akıl danışmaya elflere gitme; hem evet hem hayır derler.
“Gerçekten öyle mi derler?” diye güldü Gildor. “Elfler iyice düşünmeden nasihat vermez pek; çünkü nasihat, bir bilgeden bir bilgeye verilecek olsa dahi tehlikeli bir armağandır ve her yol kötüye çıkabilir. Fakat ne bekliyordun ki? Bana kendine dair her şeyi anlatmadın; bu durumda ben senden daha iyi bir seçimi nasıl yapabilirim?”
.
.
“Uzun bir yol, karanlığa doğru giden bir yol tutacağımızı biliyorum, ama yüzgeri edemeyeceğimizi de biliyorum. Artık elfleri veya ejderhaları veya dağları görmek değil derdim –ne istediğimi tam olarak bilemiyorum: Fakat her şey bitmeden önce benim yapacağım bir şey var ve her neyse o iş, Shire’da değil, ileride bekliyor. Bunu yapıp bitirmem gerek beyim, bilmem anlatabildim mi.”
.
.
Hey! Hey! Hey! Gidiyorum işte şişeye
Kalbimi avutup derdimi gömmeye.
Yağsın yağmur, essin rüzgar
Gidilecek daha çok yol var,
Ama önce uzanıp ulu bir ağacın altına
Geçsin diye yol vereceğim bulutlara.

15.6.10

Kitap Okurken Not Tutmak.

kitaplara ithaflar yazmak, beğenilen satırların altını çizmek, sayfaların kenarlarına düşüncelerini yazmak selim'e kendini elevermek, insanların ortasında çırılçıplak kalmak gibi geliyordu. insanların kitaplara birtakım çizgiler çizmeye kelimeler yazmaya hakkı yoktu. herkesin düşünebileceği satırları yazmak saçmaydı. her insanın kendine özgü düşünceleri gizli kalmalıydı, yalnız kendi bilmeliydi bunları..

6.6.10

Kuş Kadınlar.

birlikte yaşayamayız çünkü benim bir sorunum var: yalnız yaşamak zorundayım yoksa eriyip giderim. sana kapılarımı kapatmakla ilgisi yok bunun, psikolojik bir korunma güdüsü o kadar. seni istemediğimden değil, yalnızca seni istemekten, sonunda kendimi kaybetmekten korkuyorum. onun için lütfen bunu benim genel sorunlarımın bir parçası olarak gör, çünkü yaşamımı bohçalı teyze olarak sürdürmek zorundayım.

4.6.10

Yüksek Sesle Anlat Hikayeni.

Yoksullar arasında hikaye anlatılmasının sırrı, hikayelerin başka yerlerde de dinlenmesiyle, belki de birisinin ya da birilerinin hayatının anlamının ne olduğunu hikayeciden ya da hikayenin kahramanlarından daha iyi bilebileceği inancından kaynaklanır. Muktedirler hikaye anlatamaz: Böbürlenme hikayenin zıttıdır ve anlatı ne denli yumuşak olursa olsun, pervasız olmalıdır; günümüzde muktedirler tedirginlik içinde yaşar.

Hikayeler bir anlamda adaletin her an tecelli edeceği inancının paylaşılmasıdır. Ve bu inanç uğruna kadınlar, erkekler, çocuklar tarihin belirli bir anında insanüstü bir şiddetle savaşırlar.

1.6.10

insanın öyküsü

Sinek genişçe bir su damlasının ortasında çırpınıyordu. Kurtulmak için kenara gittikçe su da onunla birlikte yayılıyordu. Hareketi su damlasının gösterdiği şekil değişikliklerinden anlaşılıyordu. Gücü tükenene dek sudan çıkmaya çalışacaktı. Sanki su yayılmak için onu kullanıyordu.

Not: Sinek "insanlık" için bir simge olsa da, bu öyküdeki sineğin gerçek bir sinekle ilişkisi vardır.


...


B.
Gözlerini açtı.
Her şeyi elde etmeye, her şeyi kavramaya, her şeyi aşmaya, her şeye egemen olmaya, her şeyi bilmeye, her şeyi düşünmeye, her şeyi yapmaya çalıştı. Elmalarla armutları topladı, aydınlığı gözden çıkardı, başını eksiklere çarptı, dünyayı sonsuza böldü.
Sonuç hep sıfırdı.
Yorgunluktan canı çıkmış, her şey saçma diyebildi ancak. Kuruyan bir denizin son damla suyu gibiydi bu söz dudaklarında.

D.
Gözlerini açtı.
Dünyaya tüm dinginliğiyle baktı, her şey saçma dedi. Kaynağından yeni çıkmış derenin berrak sularında yıkandı.
Yeryüzünde bir yaprak gibi hafif, bir dağ keçisi gibi çevik, bir ayna gibi kendinden habersiz dolaşmaya başladı.

23.5.10

Korkuyu Beklerken.

ben yoktum; hatta ben yokum, olmadım diyemeyecek bir yerdeyim; kelimeler bile yan yana gelerek beni tanımlamak istemezlerdi. ne olurdu benim de kelimelerim olsaydı; bana ait bir cümle, bir düşünce olsaydı. binlerce yıldır söylenen milyonlarca sözden hiç olmazsa biri, beni içine alsaydı! çok insan için söylendi, sana da uygulanabilir denilseydi. (bu sözleri başkalarıyla paylaşmaya razıydım. başka çarem yoktu.) kendime gerçekten acıyabilseydim, gerçekten ümitsiz olsaydım. sonra yavaş yavaş, adım adım doğrulurdum.

27.4.10

rio de janeiro ve melez kadınları

neden seçtim bana öldüresiye düşman bu kenti? insan acısından lif lif dokunmuş kırmızı peleriniyle benliğimi sarıp sarmalayan, keskin dişlerini karnaval maskelerinin ardına gizleyen rio de janeiro'yu?.. yalnızca tek bir şey adına güvenli suları terk eder, kendi köklerimizi keseriz. adem'in, uğruna ölümsüzlüğü teptiği tek şey adına: BİLİNMEYEN.

.

.

.

.

.

.

.

.

çetin cevizdir rio'nun melez kadınları. yatağa atmak istedikleri erkekleri baştan aşağı süzmekten, mavi mavi, çipil çipil bakan turistleri elle taciz etmekten, sokağın ortasında işemekten çekinmezler.bağıra çağıra konuşur; saç saça, baş başa kavgaya tutuşur; polislere, otobüs şoförlerine, patronlarına, kocalarına kafa tutarlar.belki bu yüzden, şiddet ve aids kurbanları sıralamasında dünya birinciliğini kimselere kaptırmazlar. tek odada üç kuşak büyüdüklerinden, cinsellikleri utanma sıkılma tanımaz. daha on beşini çıkarmadan, aşk gecesi yadigarı bir bebekle kalakaldıklarında, ne kin tutarlar, ne de yas. her yeni düş kırıklığında, her yüzüstü bırakılışta, her çocukta kadınlıkları daha bir pekişir sanki. kadından başka bir şey olmalarına izin verilmeyen bu kentte, onlar da sonuna dek kadın olmuşlardır, SALT KADIN...



bir ömür boyu ölümle samba yapan, kara tenli, kara gözlü, kara saçlı mulata... onun kopkoyu, depderin, silinemez karanlığı bedenindedir. yalnızca bedeninde... ruhu yoktur çünkü. çoktan elinden alınmıştır.

ben

İnsanların düşünce şeklinde çok garip, çok korkunç bir hata var. Bu hata nedir? Bilemiyoruz, fakat içimizde sonsuz bir mücadele var, bunu meydana çıkarmak için yapılan bir mücadele bu.
Bugün Altın Kız aniden durarak dediler ki:
"Biz sizi se.. seviyoruz."
Fakat hemen kaşlarını çatıp başını salladılar. Bize bir yardım arıyormuş gibi bakıyorlardı.
"Hayır," diye fısıldadılar, "İfade etmek istediğimiz bu değildi."
Sustular. Sonra tekrardan yavaş yavaş sayıklarmış gibi konuşmaya başladılar. Konuşmayı ilk defa öğrenen bir çocuk gibi kelimelerin üzerinde teker teker durarak konuşuyorlardı:
"Biz biriz... yalnızız... ve tekiz... ve biz bir olan sizi seviyoruz... yalnız olan... ve tek olan..."
Birbirimizin gözlerine bakarak bir sihrin bir an için bize dokunduğunu fakat bizi beyhude yere heyecanlandırarak uçup gittiğini anladık.
Kıvranıyorduk... Bulamadığımız bir kelime için kıvranıyorduk...

sen misin

Albino kedi Ed ile "minik Ed'imi yakalayacağım" adıyla bilinen bir oyun oynardım; Ed koltuğun, yatağın altına, ön taraftaki odaya kaçardı. Çocukların sevdiği bir oyundur bu, kıkırdayıp koşuşurlar. "Yakalayamazsın. Yakalayamazsın işte" Calio Jane bu oyunu oynamaya bayılır. Cezayir'deki evde Billy'yle bu oyunu oynardık: "Nerede benim Willy'm?"
Bir düşte 4664 Pershing Avenue'deki doğduğum evdeyim. İkinci kattaki eski yatak odamın girişinde bekleyen küçük sarışın bir çocukla karşılaşıyorum. "Sen Billy misin?" diye soruyorum.
"Beni seven insanlar için herkes olabilirim," diyor.

9.4.10

macera

... dünyaya şahit olmanın yolu ise maceranın kendisinden başka bir şey değildi. yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu dünya'nın şahidi olmaktı.

28.3.10

düşü ne biliyorum.

kimdi o kedi, zamanın
eşyayı örseleyen korkusunda
eğerek kuşları yemlerine,
bana ve suçlarıma dolanan?

gök kaçınca üzerimizden ve
yıldız dengi çözüldüğünde
neydi yaklaşan
yanan yatağından aslanlar geçirmiş
ve gömütünün kapağı hep açık olana?

yedi tül ardında yazgı uşağı,
görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o
ve bağlanmıştır körler
örümcek salyası kablolarla birbirine
sevişirken,
iskeletin sevincini aklın yangınına
döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla.

yine de, zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu
düşler marketinin,

uyanıyorum küstah sözcüklerle
ey, iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!

17.3.10

Aşk Üzerine.


olgun bir aşkı olgunlaşmamışından ayıran da budur. her açıdan daha çok yeğlenir olgun aşk, her insanın doğasında iyinin de kötünün de bulunduğu bilincini taşır, ülküleştirmeyi reddeder, kıskançlıktan, maçoluktan ve aşırı tutkudan uzak, cinsel boyutu da olan bir arkadaşlık biçimidir, iyidir, hoştur, huzur doludur ve karşılıklıdır. olgunlaşmamış ilişki ise (yaşla ilgisi yoktur bunun) ülküleştirme ile dışkırıklığı kargaşası arasında gidip gelir, haz ve güzellik ölümcül bir bulantıya dönüşebilir, insanın aradığı çözümü sonunda bulduğu duygusuyla o güne dek kendini hiç o denli boşlukta hissetmemesi gibi duygular atbaşı gider. olgun olmayan aşkların mantıklı sonucu (mutlak sonucu) simgesel ya da gerçek bir ölümdür. olgun aşklar ise evlilikle doruğuna çıkarak ölümü alışkanlıklarla engellemeye girişir. (pazar gazeteleri, ütülenen pantolonlar, uzaktan kumandalı ev alet edevatı gibi.)

15.3.10

Hiç'e Alışkan

- Bak, odaya girer girmez, "Tez elden bir kahve pişireyim," dedim. Halbuki niçin kahve içeriz? Hiç düşündün mü, Nuri Usta? Tadı için, desen, değil. Tadı için kahve içeceğine limonata iç... Kokusu için mi? O da değil. Turunç şerbetinin yanında bu bulaşık suyunun kokusu nedir ki?.. Sinirleri tembih edermiş. Laf!.. Rakı ne güne duruyor?.. Hazımmış. Palavra... Yemeklerden sonra elma ye!.. Öyleyse niçin şu meredi içeriz? Çünkü, evvela, biz kahve içmesek kahveciler kahvelerini kime satacaklar? Sonra, alışkanlık denen nesneyi bilir misin, Nuri Usta? Bilir misin ki, insanoğlunun hem en büyük kuvveti hem en büyük kepazeliği bu alışkanlık denen nesnedir!.. Biz kahve değirmeniyle, kahve cezvesiyle, kahvesiyle, eviyle, minderiyle, hukukuyla, felsefesiyle kendimize bir ikinci dünya yaratırız. Sonra bu yarattığımız dünyanın esiri oluruz. Başlar o bizi yaratmaya.
Artık o eskiyip onun içinden bir yenisini doğurana kadar bir kavga, bir gürültü... Aslanı kafese alıştırmak için onu yavruyken tutup içeri atarlar... Bizi kırk yaşında kafese koysalar, üçüncü günü yerimize alışırız. Ve on sene kafeste kaldıktan sonra dışarı salsalar, on yıl yattığımız yeri üç haftada unutuveririz... Bilir misin ki, Nuri Usta...

.
.
.

Nuri Ustanın anası birdenbire söze karıştı :
- Cemal Bey oğlum, dedi, sen çok okudun mu?
- Eh, biraz, daha da okuyorum...
Ustanın anası aynı çocuk merakıyla sordu :
- Okuyacak, okuyacaksın da, sonra ne olacak?
- Dünyayı anlayacağım.
- Sonra ne olacak? Diyelim okudun, okudun, dünyayı anladın. Sonra ne olacak?
Cemal birdenbire cevap veremedi. Vaktinden önce beyazlanmış hissini veren başına kırmızı oyalı mavi bir yemeni sarmış olan bu kadının önünde, bu eski kamacı ustasının dul karısı karşısında Cemal'in kalın sesindeki istihza ilk defa pürüzlendi :
- Hiç, dedi...
Nuri Usta, "Hiç" diyenin yüzüne hayretle baktı. Ve ilk defa, bu hayranı olduğu adamda bir şeyin, bir şeylerin eksikliğini anladı.

14.2.10

.

ihtiyaç duyduğum şeyin, oldukça garip biriyle -bana bir insanın gerçekte nasıl olduğunu hatırlatabilecek biriyle- bir süre görüşmek olduğunu fark ediyorum.

4.1.10

sadece bir an

bildik bir dağı seyrederken, bir kez daha tekrarlanması mümkün olmayacak kimi anlar yaşanır. o ana mahsus ışık, belirli bir ısı derecesi, rüzgar ve mevsim gibi unsurların etkisi söz konusudur. dünyaya yedi kez gelseniz de, dağı bir daha aynı şekilde göremezsiniz; kahvaltı ederken masadan karşıya yöneltilen anlık bir nazar kadar kendine özgüdür yüzü. dağ hep aynı yerde durur, hatta ölümsüz olduğu düşünülebilir; ama onu iyi tanıyanlar için asla kendini tekrarlamaz. bambaşka bir zaman boyutuna sahiptir.

2.1.10

uyku.

herkes uyur.

uyku, geçmişler bugünü birbirine bağlar.
uyku sindirir, yaraları sarar.
uyku,
zenginle fakiri,
kadınla erkeği,
insanla hayvanı eşitler.

benden başka herkesi.