29.4.08

Mütereddit Ruhlar




Akışkan değil, yapışkan bir sıvı gibiydi endişe teninin üzerinde. İstese de çekip çıkaramazdı sanki, derisini de beraberinde sökmeden. Hızlı adımlarla karıştı kaldırımın kalabalığına; tesellisiz gözlerini direksiz gökyüzüne bir kez bile çevirmeden...


.

.

.


Gökyüzünün altında ikide bir haşat olan bu insanlar, endişe abideleri olarak değil, abidevi endişeler olarak dolaşırlar aramızda. Mütereddit ruhlardır onlar. Gösterilene değil, gösterilmeyene bakarlar. Batıl inançların sadık takipçileri de onlardır gene. İtikat ile itikatsızlık arasında gidip gelir yüreklerinin sarkacı. Hiçbir gerçek mutlak surette inanılacak kadar kesin değildir; hiçbir sığınak yeterince korunaklı değil. Sallanan çocuk dişleri gibidir hayatla bağlantıları. Yaşlanmadan ölen çocuk dişleri gibi salınırlar direksiz-direksiyonsuz boşluklarda. Sanılanın aksine, ayaklarının altındaki zemin değil, başlarının üzerindeki göklerdir fütursuzca alçalıp yükselen; tekinsiz bir devinimle biteviye dalgalanan. "Hamlet'ten etkilenmiş mütereddit bir ruh asla başkalarının zararına yol açmamıştır." der Cioran. Çünkü onlar, hasarların en büyüğünü gene kendilerine verirler.


Etrafınıza bir bakın. Karınıza, yeni sevgilinize, kırk yıllık kapı komşunuza, oğlunuza ya da çalışma arkadaşlarınıza... Nerede duracağını kestiremeden savrulan mütereddit bir ruh konmuş olabilir çok yakınınıza. Eğer öyleyse, eğer ertesi sabah uyandığınızda hala sizinle birlikteyse, fazla söze ne hacet. Sormayın. Yanınızda olduğu müddetçe burdadır; gittiğindeyse, ardında endişeye bulanmış ayak izleri bırakır sadece. Ama siz siz olun, mütereddit ruhları, gökyüzünün direkleri olduğunu söyleyerek teselli etmeye kalkmayın. Nizamın çıtaları umurlarında bile değildir. Çünkü her zelzelede zangır zangır sallanıp, parça parça ayrılan, altında yaşadıkları gökkubbenin kallavi direkleri değil, göğüs kafeslerinde taşıdıkları pır pır yüreklerin incecik temelleridir.

27.4.08

Hava

(...)



hava da su gibi bir şeydi. ve demek ki hava sudan daha da sinsiydi; su birkaç saatte buruştururken, hava sinsi bir düşman gibi çaktırmadan, senelerce, her aynaya bakışında insanı işkenceyle buruşturuyordu. ve biz daha ilk doğduğumuz anda tanıştığımız kadim dostumuz havanın kazığını yıllar sonra belki de ölürken ve hatta hiçbir zaman anlayamıyoruz; aklımıza gelmiyor en yakın dosttan kazık yemek çünkü. ne saflık!

20.4.08

Ateşten


Haykırıyorum:

-Cemal! İhsan! Bak benim de iki bacağım koptu, kafam parçalandı. Bana karşı muhabbetinizde aşağı eğilen bir şey vardı. Niçin bunları görmeden öldünüz? Ben de bu ezeli şeyler için, bayrak için, namus için parçalandım.
Neferim başıma kolonya sürüyor, gözleri nemli:
-Beğim, Beğim, onlar şehit oldu. Ne mutlu, ağlama, diyor.

Salim'in elini tuttum; çektim, gözünün içine baktım:
-Sen bacaklarını kaybetsen, Fatman seni daha çok sever mi?

Salim anlamamış gibi gözlerini açtı. Sonra yavaş yavaş gözlerine eski manasızlığı geldi:
-Yavuklunu mu düşünüyon Beğim? dedi.

Salim'in ağzını elimle kapattım. Başım düştü.


Niçin ruhumun bu ateş gömleği sırtımdan geçiyor? Gözümden, dilimden kızıl, yakıcı yenlerini gösteriyor?

19.4.08

Yaşamın Dansı

Sadece benimdi,
zincirlerinden boşalmış bir at gibi koşan
beyaz okyanus,
ve o kum tepeciklerine gömdüm, altın anahtarını
yalnızlığımın.

(...)

Okyanusun ortasındaki bir adada geçirilen anları sözcüklere dökmeye çalışmak boşuna bir çabaydı. Onları yalnızca daha derinden yaşayabilir, içselleştirebilirdim. İşte bunun için dans ettim ben de. Güçlü bir tropikal yağmurun altında, ıslak kumlarda dans ettim. Denetimden çıkan, yarıda kesilip koşmaya, yürümeye, gündelik hareketlere dönüşen bale figürleri yaptım. Saçlarım ve parmaklarımla yakalamaya çalıştım rüzgârı, kasırgadaki bir ağaç gibi sallanarak devrildim, bir deniz kabuğu gibi kendi içime kapandım, bir tanrıya yakarırcasına okyanusa doğru diz çöktüm. Son kez dans ederken, baleden çok daha temel bir dansı, yaşamın kendi dansını keşfeden bir balerin gibi, dans etmeyi yeniden öğrendim.

18.4.08

İğne Deliği

Yaşamın kimi yerlerinde, bir iğne deliğinden geçiyor kişi. Geçebilirse ilerliyor, geçemezse yerinde kalıyor. Yerinde saymaksa, geri kalmak değil midir?
Ben, o iğne deliğine sıkıştım kaldım. Bedenim geçti, gelişti, bir kadın oldu ama, beynim hala bir çocuk beyni. Duygusal konularda, o iğne deliğine girdiğim on dört yaşımın kontrolsüzlüğü, yetersizliği ve çaresizliği var ki, konumuma tersliği giderek artan bir güdüklük yaratıyor yaşantımda. Çünkü bedenim büyümesini bitirdi, yaşlanmaya başladı artık -her biyolojik jenerasyonu 25 yıl kabul edersek, çoktan başladım yaşlanmaya- Benimkisi: Uyumsuzluk!

Oturan Varlık

içimin içi, içime sığmıyor. onun içi de öyle. içimin iç katmanlarına iniyorum, yerkabuğundan magmaya doğru gider gibi. içimdeki magmaya varamayacağım. bir magmam olduğundan da kuşkuluyum. yalnızca hararetin gitgide arttığını duyumsuyorum. sonu yok bu yolculuğun. içim dipsiz kuyu. herakleitos'a kulak veriyorum: "kendi kendimi araştırdım." merak ediyorum: kaç kendisi bulmuş kendinde.
dışından bir ses, tv'den geliyor: "memurlar oturma eylemi yaptılar." tuhaf şey; oturma ile eylem. memurun yapacağı eylem de ancak oturarak olur.

memur: oturan varlık.

17.4.08

kadınlar ve erkekler

Beş yaşımdayken 'kadınlar' üzerine düşündüklerim oldukça basitti. Okula giderler, evlenip 'gelin' olurlar, sonra da doğurup 'anne'! Hepsi buydu. 'Anne' olduktan sonra artık olacak bir şey kalmıyor oluşu beni üzmüyor değildi ama, benim elimden bir şey de gelmiyordu. Bunun dışında kadınların neler yapabileceklerine gelince; tuvalet masasının önüne oturur, uzun uzun kendilerine bakar, boyanır, saç tararlar, telefonda uzun uzun iç çekerek konuşurlar, çocuklara kızar, babaya (kocalarına) itiraz ederler, bazen yemek pişirir, eve temizliğe gelen kadına kusur bulurlar, sıkılırlar ve uyurlardı.
Erkeklerin durumu daha değişikti. Onlar evde fazla kalmıyorlardı. Daha çok gülüyor, para kazanıyor, tıraş oluyorbir araya geldiklerinde uzun uzun konuşuyorlardı. Konuştukları konular, kadınlarınkine hiç benzemez, önce sıkıcı gelir, ama önemli duygusu verirdi bana. Kadınların ypıp erkeklerin yapamadığı şeylere gelince: Kadınlar yüzlerini boyayıp küpe takıyorlar, bir de çocuk doğurabiliyorlardı. Buna karşılık sünnet olamıyorlardı. Erkekler sünnet oluyor ve bu yüzden armağanlar alıyor ama etek giyemiyorlar; ama geceleri bile yalnız başlarına sokağa çıkabiliyorlardı. En önemlisi, erkekler ayakta işeyebiliyordu. Sanırım o sıralar beni en çok özendiren, bu sonuncusuydu!
Erkeklerin de ağladığını ilk kez altı yaşımda öğrenmiştim. Annemin uzun bir tatile çıktığı bir yazdı. Babama 'günaydın' demek için, neşeyle yatak odalarına girdiğimde, onu pencerenin pervazına dayanmış, aşağıdaki sokağı seyrederken bulmuştum. Yaklaşınca dudaklarını ısırarak usul usul ağladığını görmüş ve çok korkmuştum. Ben de ağlamaya başlayınca, babam beni fark etmiş, yatıştırmaya çalışmış, dişinin ağrıdığını söylemişti. Hala birinin dişi ağrıdığında, içim cızz eder.

Aşk filmine iki bilet alınmaz.



Aşk filmine iki bilet alınmaz. Zaten iki kişilik aşk da olmaz.
İki kişinin birbirine aşık olabilmesi için üçüncü kişi şarttır. Issız bir adadaki iki kişi sevişebilir, kavga edebilir, yemeğini paylaşabilir, beraber şarkı söyleyebilir... ama aşık olamazlar. Aşk, "bir başkasına rağmen" yaşanan bir duygudur. Düşünebilecek başkaları da varken, yalnız o'nu düşünmek, sevişebilecek başkaları da varken yalnızca onunla sevişmek istemektir. O yüzden aşk, en az üç kişiliktir.

(fotoğraf: eloise vera)

Dönüşür Fazlalığa


Gerçi her yanı ağrılar içindeydi ama sanki bu ağrılar gittikçe azalıyormuş ve yakında tamamen geçecekmiş duygusuna kapıldı. Sırtındaki çürümüş elmayı ve elmanın, iltihaplanıp üzeri baştan aşağı yumuşak bir tozla kaplanmış çevresini artık neredeyse hiç hissetmiyordu. Duygulu ve sevgi dolu bir ruh hali içinde ailesini düşündü tekrar. Bir an önce ortadan kaybolması gerektiği konusunda, kız kardeşinden daha kararlıydı belki de. Bu boş ve sakin düşüncelerle dolu halde, kulenin saati sabahın üçünü vurana dek öylece kaldı. Dışarıda, pencerenin dışında yavaş yavaş günün ağarışına ancak tanık olabildi. Başı, elinde olmadan göğsünün üzerine düştü ve son nefesi yavaşça burun kanatlarından çıkıp gitti.


...


"Ölmüş mü?"

"Bence öyle."

"Eh," dedi Bay Samsa, "artık Tanrı'ya şükredebiliriz."

Sonra istavroz çıkardı ve üç kadın da Bay Samsa'nın hareketini tekrarladılar.

10.4.08

Evcil


İşte tilki bu sırada ortaya çıktı.
-Günaydın, dedi tilki.
-Günaydın, diye cevap verdi, arkasına baktı, ama kimseyi göremedi. Bir ses:
-Buradayım dedi, elma ağacının altında.
-Kimsin sen? dedi küçük prens. Çok güzel görünüyorsun.
-Ben tilkiyim. dedi tilki.
-Gel oynayalım dedi küçük prens, canım çok sıkılıyor.
-Seninle oynayamam dedi tilki, ben evcilleştirilmiş değilim.
-Ya, bağışla, dedi küçük prens. Biraz düşündükten sonra sordu:
-Evcilleştirmek ne demek?
-İnsanların tüfekleri vardır. dedi tilki. Hayvanları vururlar. Can sıkıcı bir şeydir bu. Tavukları da yetiştirirler! İlgilendikleri tek şey budur. Sen tavuk mu arıyorsun?
-Yoo... dedi küçük prens. Ben dost arıyorum. Evcilleştirmek ne demek?
-Arık herkesin unuttuğu bir şey, dedi tilki. Bağlantı kurmak demektir.
-Bağlantı kurmak mı?
-Öyle ya, dedi tilki. Sen daha benim gözümde yüzbinlerce başka çocuktan ayırt edilemeyen küçük bir çocuksun. Sana ihtiyacım yok. Senin de bana ihtiyacın yok. Ben de senin gözünde yüzbinlerce başka tilkiden ayırt edilmeyen bir tilkiyim. Ama, sen beni evcilleştirirsen birbirimize gerekli oluruz. Sen benim için dünya yüzünde biricik olursun. Ben de senin için dünya yüzünde biricik.
(...)
-Yaşantım çok tekdüze. Ben tavukları avlıyorum, insanlar beni avlıyorlar. Bütün tavuklar birbirine benzer, bütün insanlar da. Bu yüzden canım biraz sıkılıyor. Ama sen beni evcilleştirirsen, yaşamıma ışık girmiş gibi olacak. Bütün öteki ayak seslerinden farklı bir ayak sesini tanımayı öğreneceğim. Öteki ayak sesleri beni toprağın altına kaçırıyor. Senin ayak sesin beni yuvamdan dışarı çağıracak, bir türkü gibi. Sonra, bu buğday tanelerini görüyorsun ya. Ben ekmek yemem. Buğday hiç bir işime yaramaz. Üzücü bir şey bu! Ama senin altın rengi saçların var. Onun için, sen beni evcilleştirdiğin zaman çok güzel bir şey olacak! Altın renkli buğdaylar bana seni anımsatacak! Buğdayların arasında esen rüzgarların sesini seveceğim.
Tilki sustu ve küçük prense uzun uzun baktı:
-Ne olursa olsun... Evcilleştir beni, dedi.
-Bunu sevinerek yaparım, diye karşılık verdi küçük prens. Ama zaman sınırlı. Keşfetmem gereken dostlar, tanımam gereken bir sürü şey var.
-İnsan yalnız evcilleştirdiği şeyi tanıyabilir, dedi tilki. İnsanların hiçbir şeyi tanımaya vakitleri olmuyor. Satıcılardan olmuş bitmiş şeyleri satın alıyorlar. Ama, dost satan bir satıcı olmadığı için, insanların dostları da yok artık. Sen bir dost edinmek istiyorsan, evcilleştir beni!
-Ne yapmam greek bunun için, dedi küçük prens.
-Çok sabırlı olman gerek, diye karşılık verdi tilki. Önce, benden biraz uzağa oturursun, şöyle, otların üstüne. Ben sana göz ucuyla bakarım, sen bir şey söylemezsin. Konuşmak, anlaşmazlıkların kaynağıdır. Ama sen, her geçen gün, biraz daha yakın oturabilirsin...

- mi$^li gelecek zaman



söze, "bir zamanlar" diye başlamak, sözü ne kadar eskitebilir ki? tarihin tüm zamanları eskidir. şimdi'den bakıldığında hepsi eskir. tarih ancak nasıl anlatıldığıyla yakınlaşır bize.

bazen daha eski zamanlarda geçtiği halde, bize daha yakınmış gibi gelen olaylara, insanlara, durumlara zamanın rengini veren onların nasıl anlatıldığıdır. bazen zamanı anlattıklarımız yapar. anlattıklarımız büyüler bizi, biz tarih zannederiz.

kelimelerle tozuyup havalanan tarih yeniden ağır ağır yere konduğunda, bizim bildiğimiz kadarı tarih olur.



(fotoğraf: chrystkat)

8.4.08

Unutamadığım

açardın,
yalnızlığımda
mavi ve yeşil,
açardın.
tavşan kanı, kınalı - berrak.
yenerdim acıları, kahpelikleri...

gitmek,
gözlerinde gitmek sürgüne.
yatmak,
gözlerinde yatmak zindanı
gözlerin hani?

"to be or not to be" değil.
"cogito ergo sum" hiç değil...
asıl iş, anlamak kaçınılmaz'ı,
durdurulmaz çığı
sonsuz akımı.

içmek,
gözlerinde içmek ayışığını.
varmak,
gözlerinde varmak can tılsımına.
gözlerin hani?

canımın gizlisinde bir can idin ki
kan değil sevdamız akardı geceye,
sıktıkça cellad,
kemendi...

duymak,
gözlerinde duymak üç - ağaçları
susmak,
gözlerinde susmak,
ustura gibi...
gözlerin hani?

Hasretinden Prangalar Eskittim

seni, anlatabilmek seni.
iyi çocuklara, kahramanlara.
seni anlatabilmek seni,
namussuza, halden bilmeze,
kahpe yalana.

ard- arda kaç zemheri,
kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
dışarda gürül- gürül akan bir dünya...
bir ben uyumadım,
kaç leylim bahar,
hasretinden prangalar eskittim.
saçlarına kan gülleri takayım,
bir o yana
bir bu yana...

seni bağırabilsem seni,
dipsiz kuyulara,
akan yıldıza,
bir kibrit çöpüne varana,
okyanusun en ıssız dalgasına
düşmüş bir kibrit çöpüne.

yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
yitirmiş öpücükleri,
payı yok, apansız inen akşamlardan,
bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
seni anlatabilsem seni...
yokluğun, cehennemin öbür adıdır


üşüyorumkapamagözlerini

7.4.08

Voodoo Kız


beyaz bezdendir teni
yamalar her yerinde
ve rengarenk iğneler
saplanmışlar kalbine


sahip olduğu güzel
hipno-disk gözlerle
erkekleri hemen
alıyor etkisine


çeşit çeşit zombiler
hep etkisi altında
içlerinden birinin
memleketi fransa


ama voodoo kız lanetli
hem de sonsuza kadar
biri ona yaklaştığında


iğneler daha da derine batar..

6.4.08

Sıcak bir banyo..

Connie, sekreterlik kursunda eski arkadaşı Vera'yla karşılaştı.
(...)
Connie böylesine anlayışlı birisiyle karşılaştığına çok sevindi. Okulda Vera'yla yakın değillerdi, ama o anda arkadaşlıkları perçinlendi.
"Anlayışlı biriyle olmak ne demek bilemezsin" diye yazdı annesine. "Sıcak bir banyoya girmek gibi bir şey. Kendini ne kadar kötü hissettiğini saklamazsan anneannemin evindekiler de sana böyle davranacaktır."

Sen, başka türlüsün

Sakın kendini, sakın en küçük sesinden, kıpırdanışından, şevkatinden insanlığın. Çünkü insanlık, sana göre değil. Sen çünkü, eksik bir kelebeksin. Kozasından aceleyle dışarı uğramış. Yarım kanatlı uçucu. Bu dünya hep böyle kalacak. Sen hep böyle kalacaksın. Sen başka türlüsün.

Sen, başka türlüsün. Her zaman daha soğuk olacak hava. Sen küçükken deniz kıyısında iki taş gömmüştün. Birbirlerinden biraz önce ayrılmış gibiydiler. Etin, taşın acısını algıladı. Ağlamaklı olmuştun. (...)

Bütün Kadınlar

avrupa'nın orta yerinde bile ortadoğulu kadınları bir bakışta ayırt edebilirim. hepimizin gözlerinde derin bir korku ve hüzün var. özgüvenimizi hiçbir zaman kazanamamışız, gururumuz rasputin gibi yaralarla dolu. batılı kadınların bedenlerini taşıyışından eser yok bizde. avrupa'daki ilk birkaç ayım işte bunları keşfetmekle, kısacası içinde doğup büyüdüğüm toplumun bana kaybettirdiklerinin faturasını çıkarmakla geçti.

5.4.08

uzun yol


Fotoğrafta gördüğünüz gibi, biri beyaz, biri kara, iki kedi, birbirlerinin omzuna kollarını dolamışçasına, kuyruklarını birbirlerine şefkatle sararak, birbirlerine dayanarak bir yola çıkmışlar.
Resimdeki gölgeler, akşamüstünü söylüyor. Yorgun bir günün sonunda evlerine dönüyorlarmış gibi... Yüzlerini görmüyoruz ama, eminim, mırıl mırıl konuşuyorlardır.Belli, sınanmış, denenmiş bir dostluk bu. Uzun yolları da göze alabilen bir dostluk.
Kedi gibi hareketli, değişken bir hayvanın özel bir anını yakalamak, hele hele fotoğrafını çekmek kolay iş değildir. Benim gibi kedisi olanlar iyi bilir, 'Ah yanımda makine olsaydı da, şu halini görüntüleseydim.' dediğiniz çok olmuştur. Siz kalkıp makineyi alana kadar o çoktan duruş değiştirir. İyi bir kedi fotoğrafı çekebilmek için pusu kuranların, sonsuz bir sabra ve geniş bir zamana gereksinimleri vardır. Zamanın geniş akışı içinde kedilere özgü tipik bir anı yakalayabilmek için, ellerinde makine, bekleyip dururlar. İşte bu nedenle, yukarıdaki fotoğrafı çeken sanatçı, bu 'kare'yi yakaladıktan sonra, kendini mutlu hissetmiş olmalı. Ancak binde bir yakalanan böyle bir anın fotoğrafını çekmek fırsatını sunan Rastlantı Tanrısı'na için için dua etmiş olmalı.
Ya biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk, arkadaşlık, sevgililik fırsatlarını ne yapıyoruz? Akşamüstünün gölgeli bir saatinde, yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl konuşacağımız, omzumuza dolanan bir kolun, başımızı yaslayacağımız bir omzun, belimizi kavrayan bir elin, uzun yollara dayanaklı ayakların sahibi karşımıza çıktığında, tanıyabiliyor muyuz onu? Değerini biliyor; biricikliğini, benzersizliğini anlayabiliyor muyuz?
Yoksa, hayatı sonsuz, fırsatları sayısız sanıp, kendimizi hep ileride bir gün karşılaşacağımızı sandığımız bir başkasına, bir yenisine ertelerken hayat yanımızdan geçip gidiyor mu?.. Karşııza erken çıkmış insanları yolumuzun dışına sürerken, bir gün geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katmıyor muyuz? Hayat her zaman cömert davranmaz bize, tersine çoğu kez zalimdir. Her zaman aynı fırsatları sunmaz. Toyluk zamanlarını ödetir. Hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların, eskitmeden yıprattığımız dostlukların, savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla yapayalnız kalırız bir gün. Bir akşamüstü yanımızda kimsecikler olmaz. Ya da olanlar olması gerekenler değildir.
Yıldızların bizim için parladığı anları göremeyen gözlerimiz, gün gelir, hayatımızdan kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir.
Kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir kendi hayatımızdaki olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak. Bazılarının gelecekte sandıkları 'bir gün...' geçmişte kalmıştır oysa. Hani, şu karşıdan karşıya geçerken, trafik ışıklarında rastladığınız, omzunuzun üzerinden şöyle bir baktığınız, sonra da boş verip, nasıl olsa ileride bir gün yeniden karşıma çıkar dediğinizdir.
Oysa tam da o gün, bu zalim şehri terk etmiştir o. Boş yere bu sokaklarda aranırsınız.

4.4.08

parça başı bütünlük

Her kitabın bir yolculuk olduğu söylenir. Her kitap aynı zamanda bir büyük yolculuğun parçasıdır; o büyük yolculukta başlı başına bir uğrak, bir konaklama yeridir. Kendi içindeki serüveni ne olursa olsun bir kitap olarak gövdelenirken, bizi de, yolculuğumuzu da yeniden biçimlendirir. Hayatı yazmak, bir süre sonra insana, yazıdan bir hayat yapar. Yazının içinde kayboldukça, yazı ile hayat kaynaştıkça, ne kadarınız yazı, ne kadarınız hayattır, ayırt edemez olur, her şeyin yazılmak için var olduğu bir dünyada yaşamaya başlarsınız. Kapatıldığınız bu dünyadan her seferinde ancak yeni br kitapla çıkarsınız dışarıya. Bu durumda, dışarı ne demekse?

insanların gezegeni

---yıl 1917... Kuzey Fransa'nın küçük bir kasabası. Kasabanın polis memuru, sevgilisi kasabanın ilerisindeki siperde savaşan kasaba öğretmeni Lysia Verhareine'ya tepelikte rastlar...---

Yer yer papatyalarla bezenmiş sert çimenlere gelişigüzel oturmuştu. Belinden yere dökülen elbisesinin açık rengi bana ressamların çizdiği bazı meşhur öğle yemeklerini anımsatmıştı. Etrafını çevreleyen çimen ve çiçekler sanki sırf onun için orada bitmişlerdi. Meltem ara sıra saçlarının buklelerini havalandırıyor, ensesine tatlı bir ışık vuruyordu. Bizlerin hiçbir zaman görmek istemediği yere doğru bakıyordu. Güzel gülüşüyle, ki Tanrı şahidimdir bizlere attığı gülüşler o andakinin yanında daha sıradan ve mesafeli sayılırdı, patlamaların dumanı altında titreyen geniş, sonsuz ve karanlık ovayı seyredalmıştı.
İleride cephe sınırı ile gökyüzü birleşiyordu. Öylesine ki insan bir sürü güneşin aynı anda doğup, başarısız bir maytap patlaması gibi battığı zannedebilirdi. Savaşın erkeksi küçük karnavalı kilometrelere yayılıyor, bulunduğumuz sınırdan cücelere göre ayarlanmış bir sirk dekorunun gölgesi gibi seçiliyordu. Her şey öylesine ufaktı ki. Ölüm bu küçüklüğü umursamıyordu ve teçhizatlarıyla delik deşik er bedenleri, yitip giden çığlıklar. açlıklar, korkudan karın ağrılarıyla tüm bu tragedya almış başını gidiyordu.
Lysia Verhareine tüm bunları gözlerini kırpmadan izlemekteydi. Dizlerinin üzerinde önce kitap sandığım, yazmaya başlamasıyla, kırmızı maroken kappaklı bir not defteri olduğunu anladığım bir şey tutuyordu. Kullandığı kalem öylesine küçüktü ki avucunda kayboluyordu ve sözcükleri yazdıkça hatta tasarladıkça, dudaklarının arasından dökülüyordu. Arkasında durmuş onu izlerken kendimi bir hırsız gibi hissetmiştim.
Tam böyle düşünürken, gülümseyişiniilerideki savaş alanında bırakmış, yavaşça başını bana doğru çevirmişti. Ne yapacağımı ve ne diyeceğimi bilemeden bir asalak gibi, orada kazık gibi kalakalmıştım. Önünde çırılçıplak olsam o kadar rahatsız olmazdım sanırım. Başımla selam vermeyi denemiştim. Yüzü ilk defa bir kış gölü gibi donuktu, tıpkı bir ölününki gibi, yani içten içe canlılığını yitirmiş ve kanı çekilmiş bir başkasının yüzüyle bana bakmıştı.
Ceza gibi bir zaman geçmişti. Sonra bakışlarını yüzümden çekerek, sol elime, Gachentard'ın filintasının sarktığı elime çevirmişti. Onun gördüğünü görüyordum. Bir ağaçkakanın kıçı gibi kızarmıştım o an. Ağzımdan dökür dökülmez pişmanlık duyduğum kelimeler sarfetmiştim. "Dolu değil ... Sırf..." Sonra durmuştum. Bundan daah aptal gürünemezdim heralde. Bakışları ayrılmamıştı üstümden. Gözleri, derimin altına çakılan tuza bulanmış çivi gibiydi. Sonra manzarasına geri dönmüştü ve beni başka bir gezegene havale etmeden önce omuzlarını silkivermişti. Onun için fazlasıyla çirkindi bu gezegen. Çok dar, hatta tıklım tıklım doluydu. Öyle bir gezegendi ki bu, tanrılar ve prensesler bile parmak uçlarında oradan geçerken bile orayı umursamazlardı. İnsanların gezegeniydi.

Doruk


Ne sürer dağa tırmanmak?


Kırk yıl. Esmerdir yerli kılavuzlar

Ufak tefek, yürekli, kaypak.

Rüşvet almazlar.


Kuzey yüzünü mü

önerirsiniz?


Kaş çatıyor bütün yüzler; seçin öyleyse.

Seyyahlar,

Kendi yolculuklarını anlatırlar,

sizinkini değil.

Basılacak sağlam yerleri saklamaz buz.

Kayaları okuyun. Onların sözü yaşar.



Ve zirvede?


Durursunuz.


Derler ki buradan görülebilirmiş

Şehir.


Bilmiyorum.


Aşağı bakarsınız. Garip gelir

yukarı bakıyor olmamak; emin olamazsınız

ne gördüğünüzden.

Kimisi şehir bu der; başkaları

daha uzak bir Alem sezer. Kılavuzlar döner.

Omuzlayın çantanızı, giyin ceketinizi.

Buradan aşağı ne bir iz var,

Ne bir amaç, ne bir yol, ne de yollar.

Akşamın o uçsuz bucaksız inişinde

O altın renkli pusulanın ta içinde

Bir kıpırtı, bir ışıltı belki: Dalgalar mı,

Kuleler mi, tepeler mi? Uzak, uzak.

Değişti kayaların dili.

Bilirdim bir zamanlar ne dediklerini.


Ne sürer iniş?

3.4.08

Mabel

- seni okula yetiştirmem için hemen çıkmamız gerek, dedi yumuşacık.
- kabanımı bulamıyorum.
- arka odaya bak tuna.

arkadaki küçük oda, onun yatak odasıydı, girip kabanıma baktım, yoktu. tam çıkarken yatağın başucundaki komidinin üstünde gümüş bir çerçevede duran bir fotoğraf dikkatimi çekti. renkli, eski bir fotoğrafta iki erkek çocuk beceriksizce dikilmiş, objektife bakıyordu. ada'nın çektiğini aniden anımsadığım bu fotoğrafta ben oniki, aras ondört yaşlarında olmalıydı. aras, fotoğraftan nefret eden insanların hep yaptığı gibi kasılmış, ben şimdi şirin gelen ama o sıralar nefret ettiğimin gözlüklerimin arkasından sivilceli suratımla sırıtıyordum. aras o çocuk halinde bile dikkati çekecek kadar yakışıklı, ben hep çok (!) sevimliydim...

o zaman bir kez daha anladım ve yediğim darbenin şiddetiyle yatağa oturmak zorunda kaldım. tanrım, bu yetişkin kadın, yatağının başucundaki iki çocuğun fotoğrafıyla yaşıyordu hala! iki çocuk! yaşamını bu biri çoktan ölmüş, öbürü beceriksizce ortalarda dolaşan iki oğlan çocuğu yüzünden yaşayamıyordu ada! aras'ın hayaletiyle, benim kararsızlığım bu kızın büyümesine izin vermiyor, üstelik onu özgür de bırakmıyordu(k). ada, kalbini aras'ın öldüğü yaşa kilitlemiş, bir daha açamıyordu. tanrım, bu kız bizi bu kadar çok seviyordu ve bu sevgi yüzünden aslında hiçbirimiz hayatımızı yaşayamıyorduk! neden bu kadar kilitlenmişti üçümüzün yaşamı böyle? neden bir sevgi böyle yük olmuştu gencecik yaşamlarımıza?