---yıl 1917... Kuzey Fransa'nın küçük bir kasabası. Kasabanın polis memuru, sevgilisi kasabanın ilerisindeki siperde savaşan kasaba öğretmeni Lysia Verhareine'ya tepelikte rastlar...---
Yer yer papatyalarla bezenmiş sert çimenlere gelişigüzel oturmuştu. Belinden yere dökülen elbisesinin açık rengi bana ressamların çizdiği bazı meşhur öğle yemeklerini anımsatmıştı. Etrafını çevreleyen çimen ve çiçekler sanki sırf onun için orada bitmişlerdi. Meltem ara sıra saçlarının buklelerini havalandırıyor, ensesine tatlı bir ışık vuruyordu. Bizlerin hiçbir zaman görmek istemediği yere doğru bakıyordu. Güzel gülüşüyle, ki Tanrı şahidimdir bizlere attığı gülüşler o andakinin yanında daha sıradan ve mesafeli sayılırdı, patlamaların dumanı altında titreyen geniş, sonsuz ve karanlık ovayı seyredalmıştı.
İleride cephe sınırı ile gökyüzü birleşiyordu. Öylesine ki insan bir sürü güneşin aynı anda doğup, başarısız bir maytap patlaması gibi battığı zannedebilirdi. Savaşın erkeksi küçük karnavalı kilometrelere yayılıyor, bulunduğumuz sınırdan cücelere göre ayarlanmış bir sirk dekorunun gölgesi gibi seçiliyordu. Her şey öylesine ufaktı ki. Ölüm bu küçüklüğü umursamıyordu ve teçhizatlarıyla delik deşik er bedenleri, yitip giden çığlıklar. açlıklar, korkudan karın ağrılarıyla tüm bu tragedya almış başını gidiyordu.
Lysia Verhareine tüm bunları gözlerini kırpmadan izlemekteydi. Dizlerinin üzerinde önce kitap sandığım, yazmaya başlamasıyla, kırmızı maroken kappaklı bir not defteri olduğunu anladığım bir şey tutuyordu. Kullandığı kalem öylesine küçüktü ki avucunda kayboluyordu ve sözcükleri yazdıkça hatta tasarladıkça, dudaklarının arasından dökülüyordu. Arkasında durmuş onu izlerken kendimi bir hırsız gibi hissetmiştim.
Tam böyle düşünürken, gülümseyişiniilerideki savaş alanında bırakmış, yavaşça başını bana doğru çevirmişti. Ne yapacağımı ve ne diyeceğimi bilemeden bir asalak gibi, orada kazık gibi kalakalmıştım. Önünde çırılçıplak olsam o kadar rahatsız olmazdım sanırım. Başımla selam vermeyi denemiştim. Yüzü ilk defa bir kış gölü gibi donuktu, tıpkı bir ölününki gibi, yani içten içe canlılığını yitirmiş ve kanı çekilmiş bir başkasının yüzüyle bana bakmıştı.
Ceza gibi bir zaman geçmişti. Sonra bakışlarını yüzümden çekerek, sol elime, Gachentard'ın filintasının sarktığı elime çevirmişti. Onun gördüğünü görüyordum. Bir ağaçkakanın kıçı gibi kızarmıştım o an. Ağzımdan dökür dökülmez pişmanlık duyduğum kelimeler sarfetmiştim. "Dolu değil ... Sırf..." Sonra durmuştum. Bundan daah aptal gürünemezdim heralde. Bakışları ayrılmamıştı üstümden. Gözleri, derimin altına çakılan tuza bulanmış çivi gibiydi. Sonra manzarasına geri dönmüştü ve beni başka bir gezegene havale etmeden önce omuzlarını silkivermişti. Onun için fazlasıyla çirkindi bu gezegen. Çok dar, hatta tıklım tıklım doluydu. Öyle bir gezegendi ki bu, tanrılar ve prensesler bile parmak uçlarında oradan geçerken bile orayı umursamazlardı. İnsanların gezegeniydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder