- burada böyle dikilip durmamızın gidişi ertelemeye yararı yok bir tanem. gün batıyor işte. çimliğe dönsek? dikilmek yerine yanyana otursak daha yakın olunmaz mı?
- özür dilerim. burası bir zamanlar.. seni güzel bir yere getirdiğimi sanmıştım. üzgünüm.
- benim üzüntüm sana ulaşamadan ayrılmak. ulaşmadan ayrılmayalım.
delikanlı bunu der demez kızın beline sarılmış, onu kendine çekmiştir. sanki hep aynı şeyi yineleyerek: ulaşmadan ayrılmayalım, ulaşmadan ayrılmayalım, seni bulamadan, yarımlık duygusuyla gitmek istemiyorum, ayrılmayalım ulaşmadan!
3.8.12
20.7.12
Ağaçsakal
"Elbette dostlarım," dedi yavaş yavaş, "kendi nihayetimize gidiyor olmamız da muhtemeldir. Entlerin son resmi geçidi. Lâkin eğer evlerimizde oturup hiçbir şey yapmasaydık sonumuz zaten yakamıza yapışacaktı, eninde sonunda. Bu fikir uzun zamandır gönüllerimizde inkişaf ediyordu; işte o yüzden yürüyüşe başladık. Bu ani bir niyet değildi. Şimdi, en azından, entlerin son resmi geçitleri hakkı için bir şarkı yakmaya değer. Ah, " diye iç geçirdi, "göçmeden önce başka bir ahaliye yardımımız dokunabilir. Yine de, enthanımlarla ilgili şarkıların doğru çıkmasını temenni ederdim. Hakikaten, gönülden görmek isterdim Fimbrethil'i bir kez daha. Lâkin işte dostlarım, şarkılar da tıpkı ağaçlar gibi vakti gelince ve usullerince meyvalarını veriyorlar: Ve bazen de vakitsiz kuruyorlar."
19.7.12
"Ben küçük bir çocukken," diye başladı Bandini. "Ben memlekette küçük bir çocukken -"
Frederico ve Arturo hemen kalktılar masadan. Bıkmışlardı o hikayeyi dinlemekten. On bininci kez çocukken sırtında taş taşıyarak günde dört sent kazandığını anlatacaktı onlara yine. Svevo Bandini'yi büyülüyordu o hikaye. Bankacı Helmer'ı, ayakkabılarının tabanındaki delikleri, bir türlü satın alamadığı evi ve beslemek zorunda olduğu çocukları unutmasını sağlayan düşsel bir hikayeydi. Ben çocukken; düş. İzleyen yıllar, okyanusun aşılışı, doyurmak zorunda olduğu karınların çoğalışı, dertlerin her yıl biraz daha büyüyüşü; bütün bunlar büyük bir servetin edinilişi gibi övünülecek şeylerdi. Ayakkabı satın alamazdı onunla, ama yaşamıştı bu hayatı.
Frederico ve Arturo hemen kalktılar masadan. Bıkmışlardı o hikayeyi dinlemekten. On bininci kez çocukken sırtında taş taşıyarak günde dört sent kazandığını anlatacaktı onlara yine. Svevo Bandini'yi büyülüyordu o hikaye. Bankacı Helmer'ı, ayakkabılarının tabanındaki delikleri, bir türlü satın alamadığı evi ve beslemek zorunda olduğu çocukları unutmasını sağlayan düşsel bir hikayeydi. Ben çocukken; düş. İzleyen yıllar, okyanusun aşılışı, doyurmak zorunda olduğu karınların çoğalışı, dertlerin her yıl biraz daha büyüyüşü; bütün bunlar büyük bir servetin edinilişi gibi övünülecek şeylerdi. Ayakkabı satın alamazdı onunla, ama yaşamıştı bu hayatı.
12.7.12
lyanna
"çok daha güzeldi," dedi robert acıyla heykele bakarken. "bundan çok daha güzeldi." gözleri heykelin gözlerine, ona tekrar can vermek istercesine bakıyordu. sonunda ayağa kalktı. ağırlığı dengede durmasını zorlaştırıyordu. "ah! kahretsin ned. onu böyle bir yere mi gömmek zorundaydın?" sesi unutulmamış bir acının etkisiyle kükrer gibi çıkıyordu. "o karanlıktan fazlasını hak ediyor..."
"o kışyarı'nın stark'ı. yeri burası."
"o tepelerde bir yerde olmalıyıdı. bir meyve ağacının ve güneşin altında. başının üstünde gökyüzü ve bulutlar olmalıydı. yağan yağmurlarla temizlenmeliydi."
"ölürken yanındaydım," diye hatırlattı ned. " eve gelmek, brandon ve babamın yanında huzurlu uykusuna yatmak istedi." ned hala kız kardeşinin sesini duyuyordu zaman zaman. bana söz ver ned. odası kan ve gül kokuyordu. bana söz ver ned. ateş bütün gücünü almıştı ve sesi bir fısıltıdan bile zayıf çıkıyordu ama ned'in verdiği sözü duyduğu anda bütün korkusu kaybolup gitmişti. o anda kız kardeşinin nasıl gülümsediğini hatırlıyordu ned. sonra lyanna hayata tutunmaktan vazgeçmişti.
"o kışyarı'nın stark'ı. yeri burası."
"o tepelerde bir yerde olmalıyıdı. bir meyve ağacının ve güneşin altında. başının üstünde gökyüzü ve bulutlar olmalıydı. yağan yağmurlarla temizlenmeliydi."
"ölürken yanındaydım," diye hatırlattı ned. " eve gelmek, brandon ve babamın yanında huzurlu uykusuna yatmak istedi." ned hala kız kardeşinin sesini duyuyordu zaman zaman. bana söz ver ned. odası kan ve gül kokuyordu. bana söz ver ned. ateş bütün gücünü almıştı ve sesi bir fısıltıdan bile zayıf çıkıyordu ama ned'in verdiği sözü duyduğu anda bütün korkusu kaybolup gitmişti. o anda kız kardeşinin nasıl gülümsediğini hatırlıyordu ned. sonra lyanna hayata tutunmaktan vazgeçmişti.
18.4.12
Bu aptalca...
Neden bu kadar canım yanıyor?
Onu çok az tanıyordum.
Sadece birkaç aydır...
Ona özel dünyalar verebilirdim,ipek sicime safirler ve zümrütler gibi asılı dünyalar.
Ona verebilirdim...
Bitmesine yakın gözleri geliyor aklıma; beni tutkusuzca süzen o soğuk ifadeli,istediğini bilen bakışları...
Sonunda bana söyledi; ama ben daha o söylemeden biliyordum, gözlerinden belliydi.
Beni artık sevmediğine karar verdi.
Neden bu kadar canım yanıyor?
Onu çok az tanıyordum.
Sadece birkaç aydır...
Ona özel dünyalar verebilirdim,ipek sicime safirler ve zümrütler gibi asılı dünyalar.
Ona verebilirdim...
Bitmesine yakın gözleri geliyor aklıma; beni tutkusuzca süzen o soğuk ifadeli,istediğini bilen bakışları...
Sonunda bana söyledi; ama ben daha o söylemeden biliyordum, gözlerinden belliydi.
Beni artık sevmediğine karar verdi.
8.4.12
şeyler
rahatlık eksikliği korkunçtu-ki kuşkusuz en kaygı verici olanı da buydu. maddi, somut bir rahatlık değil; bir çeşit serbestlik, aldırmazlık. sinirlenmeye, gergin, açgözlü olmaya-kıskanmaya da denebilir- yatkındılar.
27.3.12
savas super bir seydir, baris o kadar degil.
sanirim daha az alet edevata ihtiyac oldugu icin baris, savasin yaninda daha az donanimli duruyor. dogru durust muhimmat sahibi bir sozcuk degil baris. soylece havada duruyor, kus gibi. balik gibi kaygan bir sey sanki. savasi ise elle tutabiliyorsun, ne guzel. kursun var mesela, net. oluyorsun sonsuz bir netlikte. sonra tanklar var, ayak izleri elbette baris adli enayi bir kusunkilerden daha gozle gorunur. ucaklara ne demeli? hele ki f 16'lar, dinlemelere doyamazsiniz sesini. hele ki soyle taciz amacli kafanizin tepesinden gecsin, cigerleriniz yarim saat sallanir gurultusunden. tufek mesela, ne kadar somut bir hadise. tutuyorsun elinle. ama baris icinde yasamak oyle mi! gecip gidiyor bir kusun tuyu gibi suyun uzerinde... savas daha zengin durur neticede. uniformalar, metaller, rap rap yuruyup hir hor bagirmalar filan. baris metelige kursun atar, bir pantolon bir gomlek sibidibidibidipdip... "yasamayi severiz sibidibi..." her zaman daha bir sersem durur "oldursek ne guzel degil mi!" cumlesinden. oyle bir yani vardir insanoglunun. neden bilmem savastan bahsedince sanki daha ciddi bir sey konusuyormus da sira barisa gelince oyle daha bir laylaylom havalardaymis gibidir. barisin havai bir havasi vardir da savas "tas gibi"dir biraz daha.
anliyorum yani, savastan konusan insan kendini daha bir ayaklari yere basar bulur. daha bir olgun sanki. sanki "gercek hayattan" bahseder savastan soz eden, baris ise devlet nizami icinde durup dururken ruya anlatmak gibidir sanki. genc isi, deli isi gibi bir sey. savas, "biz hayat universitesinde okuduk anniyo musun?" raconu keser de baris daha biraz cambridge'de yastik yuzleri uzerine doktora yapmis gibidir. yani kisaca soyleyecek olursak savas havalidir, baris biraz muhallebi cocugu. dolayisiyla, kendini 'kaave'nin onunde zincir sallayan, dunyadaki tek emeli 'kendi isini'(bir meslegi olmayanlarin meslegidir bu) kurmak olan genc bir adam kadar havali hissedenlerden 'hayat dersleri' aliriz. biz baristan soz edenler ise biraz daha trt'den origami ogrenmeye calisan cocuklar gibi dururuz.
(...)baris isteyenlerin savasa, dovuse, kavgaya hazir olmasi gerekiyor. savas isteyenlerden daha fazla. hatta belki savas isteyenlerin bizim kadar siddete maruz kalma ihtimali olmayabilir. ne de olsa onlar hor hor bagirip ondan sonra da kenara oturup tabutlarin gelmesini televizyondan, aksam yemegi yerken izleyebilirler. kimse onlara, "siz savas istediniz, buyrun savasin." demeyecek basilsa. ama baris isteyenlere, oyle gorunuyor ki, "baris istedin ha?" diyerek falaka sirasi gosterilecek. upuzun bir falaka sirasi... nasilsa tabutlar gelirken kimse donup "arkadas sen savas diyordun, ne yapacagiz simdi bu gozleri kapali oglan cocuklariyla?" demeyecek. niyeyse yine bize donecekler: "baris isteyen sendin degil mi? yuru bakalim dayaga!" ne tuhaf degil mi? her olumde, her asker dustugunde savas isteyenlere degil, baris isteyenlere donuyor kufur. hem bu kadar fasikyeden sayilip hem de bu kadar dayak yemek?.. her seferinde "kimse olmesin" diyenlerin olumden sorumlu tutulmasi?.. ezcumle, baris istiyorsaniz kavgaya hazir olun. cunku siz isteseniz de istemeseniz de dayak gelecek...
9.2.12
bu arada oğlumu, varşova'daki subayı hatırlıyorum. zeki, dürüst, ağırbaşlı bir gençtir. fakat benim için bu yetmez. yaşlı bir babam olsa, sıkıntıda olduğunu, bu yüzden utandığını bilsem subaylıktan vazgeçer, işçi olurdum. çocuklarımla ilgili bu düşünceler beni adeta zehirliyor. ne gerek var buna? birer kahraman olmadıkları için basit insanlara kin beslemek, ancak dar görüşlü, dünyaya küskün insanların işidir. e, yeter bundan bahsettiğimiz.
18.1.12
Bizim Büyük Çaresizliğimiz.
neden bir de rüya görürüz? her şey olup bittikten sonra neden bir de rüya görürüz? karmaşanın, keşmekeşin, hayatın yorucu zenginliğinin içinde eksik kalan nedir ki, uykunun kuytusunda ille de tamamlanması gerekir? rüyamızda, birbiriyle ilgisiz gibi görünen ayrıntıları bilincimiz önden gürültülü bir lokomotif gibi çekip bir yere, örneğin bir anlama mı götürür? yoksa o ayrıntılar bilincimizin balonuna batan iğneler midir?
5.11.11
Şimdiyse sapına kadar sağduyulu,hesapçı biri olup çıktım.Başkalarına benzemek istemiyorum.Kurdukları düşlerin onları ne hale getirdiğini görüyor ve aynı duruma düşmek istemiyorum.Buna izin vermeyeceğim.Hayalet kişiler hep uykularında ölüyorlar.Bir iki ay süreyle yüzlerinde garip gülümseme ile dolaşıyorlar ortalıkta.Yok olma sürecine çoktan girmişler gibi,çevrelerinde bir ''başkalık'' ışıltısı beliriyor.Bu belirtileri,hatta ondan önceki uyarı işaretlerini gözden kaçırmak olanaksızdır.Yanaklara yayılan pembe hafifliği,her zamankinden daha iri görünen gözleri,ayaklarını sürüyerek sersem sersem dolaşmalarını,gövdelerinin alt yarısından yükselen pis kokuyu.Ama onlarınki mutlu bir ölüm oluyor galiba.O kadarını kabul ederim.Zaman zaman onlara özendiğim bile oldu diyebilirim.Ama ben pes etmeyeceğim.Buna izin vermeyeceğim.Canımla ödeyeceğimi bilsem bile,sonuna kadar direneceğim.
30.10.11
O zamana değin, çocukken insana sonsuz gibi görünen bir yolda yılların yavaş yavaş ve hafifçe geçtiği, böylece hiç kimsenin akıp gittiklerinin ayırtına varmadığı bir yolda, hep ilk gençliğinin kayıtsızlığıyla ilerlemişti. İnsan bu yolda, sakin sakin, çevresine merakla bakarak ilerlerdi, aceleye gerçekten hiç gerek yoktu, ne arkanızda sizi sıkıştıran ne de tabii, bekleyen hiç kimse bulunmazdı, arkadaşlarınız da kaygısız, oynamak için sık sık durarak ilerlerlerdi. Evlerinin kapısından büyükler size dostça selam verir ve suç ortaklığı dolu gülüşlerle ufku gösterirlerdi; böylece yürek yiğitçe ve tatlı arzularla çarpmaya başlar ve insan kendisini az ötede bekleyen harikulade şeylerin umudunu tadar; gerçi o şeyler henüz uzaktadır ama bir gün onlara ulaşılacağı kesin, tartışmasız bir biçimde kesindir.
Daha çok yol var mıdır? Yoo, şu ilerideki nehri geçmek şu yeşil tepeleri aşmak yeterlidir. Belki de varmışızdır bile. Şu ağaçlar, kırlar, şu beyaz ev belki de bizim aradığımız şeylerdir. Bir an, bunun doğru olduğuna inanıp, orada durmak isteriz. Sonra, kulağımıza ileride daha iyisinin olduğu çalınır ve tasasız bir biçimde yeniden yola koyuluruz.
İnsan, böylelikle, umut dolu, kendi yolunda gider durur; günler uzun ve sakindir, güneş yukarıda gökyüzünde parlamakta ve akşam bastığında üzülerek yok olmaya yüz tutmaktadır.
Ama bir noktada, belki de içgüdüsel olarak, insan geri döner ve arkasında bir kapının kapanarak dönüşü olanaksız kıldığını fark eder. İşte o zaman bir şeylerin değişmiş olduğunun ayırdına varırız, güneş eskisi gibi kıpırtısız değildir, hızla hareket etmektedir; ne yazık ki henüz bakmaya bile fırsat bulamadan, onun ufkun ucuna doğru hızla kaydını, bulutların da gökyüzündeki mavi koylarda hareketsiz durmadığını, birbirlerinin üzerine çıkarak kaçtıklarını, iyice acele ettiklerini görürüz; zamanın geçtiğini ve günü gelince zorunlu olarak son bulacağını anlarız.
Belirli bir zamanda, arkamızda bir kapı kapanır, kapanır ve bir şimşek hızıyla kilitlenir; geri dönecek zaman kalmamıştır. Ama işte o anda, Giovanni Drogo bunlardan habersiz uyuyor ve uykusunda çocuklar gibi gülümsüyordu.
Drogo’nun olup bitenin farkına varmasından önce günler geçecektir. O zaman da adeta uyanacak inanamayarak çevresine bakacak; sonra ardında bir koşuşturma olduğunu duyacak ve kendinden önce uyanmış insanların, kaygıyla koşup, kendisinden önce varmak için yanından geçtiğini görecektir. Zaman kalp atışlarının yaşamı hızla parçalara ayırdığını duyacaktır. Pencerelerden bakan artık gülen çehreler değil, hareketsiz ve kayıtsız yüzler olacaktır. Ve onlara daha ne kadar yol kaldığını sorduğunda, ona yine bir hareketle ufku gösterecek ama artık bu hareketi iyi niyet ve neşeyle yapmayacaklardır. Yine de o, arkadaşlarını gözden kaçıracaktır, biri yorulup arkada kalmış, bir diğeri ise onun önünden kaçarak, artık ufukta küçük bir nokta haline gelmiştir.
İnsanlar, “şu nehri aştıktan sonra on kilometre daha gidince varırsın,” diyeceklerdir. Ama, buna karşılık yol hiç bitmeyecektir, günler gitgide daha kısalacak, yol arkadaşları seyrekleşecek, camlarda hareketsiz, donuk kafalarını sallayan suratlar görünecektir.
Bu, Drogo, yapayalnız kalıncaya ve ufukta ölçüsüz, hareketsiz ve kurşun rengi bir denizin çizgisi belirene kadar böyle sürecektir. Artık yorgun düşecektir, yol boyundaki evlerin hemen tümünün pencereleri kapalı olacaktır ve görebildiği ender insanlar ona umutsuz bir tavırla cevap vereceklerdir: İyi olan, arkada iyice arkada kalmış, o farkına varmadan önünden geçip gitmiştir. Ah, artık geri dönmek için vakit çok geçtir, arkasında, aynı yanılsamayla kendisini izleyen ama henüz beyaz ve ıssız yolda görünmeyen kalabalığın uğultusu giderek artmaktadır.
Şu anda, Giovanni Drogo, üçüncü tabyada uyumakta, düş görüp gülümsemektedir. Geçenin içinden, tamamen mutlu bir dünyanın imgeleri son olarak ona ulaşmaktadır. Eğer düşünde kendini yolun bittiği yerde, kurşuni bir denizin kıyısında, kurşuni ve tek biçimli bir göğün altında ezelden beri bir ev, bir ağaç, çevrede tek bir insan, hatta tek bir ot bulunmayan bir yerde görecek olursa, dikkat etmelidir.
Daha çok yol var mıdır? Yoo, şu ilerideki nehri geçmek şu yeşil tepeleri aşmak yeterlidir. Belki de varmışızdır bile. Şu ağaçlar, kırlar, şu beyaz ev belki de bizim aradığımız şeylerdir. Bir an, bunun doğru olduğuna inanıp, orada durmak isteriz. Sonra, kulağımıza ileride daha iyisinin olduğu çalınır ve tasasız bir biçimde yeniden yola koyuluruz.
İnsan, böylelikle, umut dolu, kendi yolunda gider durur; günler uzun ve sakindir, güneş yukarıda gökyüzünde parlamakta ve akşam bastığında üzülerek yok olmaya yüz tutmaktadır.
Ama bir noktada, belki de içgüdüsel olarak, insan geri döner ve arkasında bir kapının kapanarak dönüşü olanaksız kıldığını fark eder. İşte o zaman bir şeylerin değişmiş olduğunun ayırdına varırız, güneş eskisi gibi kıpırtısız değildir, hızla hareket etmektedir; ne yazık ki henüz bakmaya bile fırsat bulamadan, onun ufkun ucuna doğru hızla kaydını, bulutların da gökyüzündeki mavi koylarda hareketsiz durmadığını, birbirlerinin üzerine çıkarak kaçtıklarını, iyice acele ettiklerini görürüz; zamanın geçtiğini ve günü gelince zorunlu olarak son bulacağını anlarız.
Belirli bir zamanda, arkamızda bir kapı kapanır, kapanır ve bir şimşek hızıyla kilitlenir; geri dönecek zaman kalmamıştır. Ama işte o anda, Giovanni Drogo bunlardan habersiz uyuyor ve uykusunda çocuklar gibi gülümsüyordu.
Drogo’nun olup bitenin farkına varmasından önce günler geçecektir. O zaman da adeta uyanacak inanamayarak çevresine bakacak; sonra ardında bir koşuşturma olduğunu duyacak ve kendinden önce uyanmış insanların, kaygıyla koşup, kendisinden önce varmak için yanından geçtiğini görecektir. Zaman kalp atışlarının yaşamı hızla parçalara ayırdığını duyacaktır. Pencerelerden bakan artık gülen çehreler değil, hareketsiz ve kayıtsız yüzler olacaktır. Ve onlara daha ne kadar yol kaldığını sorduğunda, ona yine bir hareketle ufku gösterecek ama artık bu hareketi iyi niyet ve neşeyle yapmayacaklardır. Yine de o, arkadaşlarını gözden kaçıracaktır, biri yorulup arkada kalmış, bir diğeri ise onun önünden kaçarak, artık ufukta küçük bir nokta haline gelmiştir.
İnsanlar, “şu nehri aştıktan sonra on kilometre daha gidince varırsın,” diyeceklerdir. Ama, buna karşılık yol hiç bitmeyecektir, günler gitgide daha kısalacak, yol arkadaşları seyrekleşecek, camlarda hareketsiz, donuk kafalarını sallayan suratlar görünecektir.
Bu, Drogo, yapayalnız kalıncaya ve ufukta ölçüsüz, hareketsiz ve kurşun rengi bir denizin çizgisi belirene kadar böyle sürecektir. Artık yorgun düşecektir, yol boyundaki evlerin hemen tümünün pencereleri kapalı olacaktır ve görebildiği ender insanlar ona umutsuz bir tavırla cevap vereceklerdir: İyi olan, arkada iyice arkada kalmış, o farkına varmadan önünden geçip gitmiştir. Ah, artık geri dönmek için vakit çok geçtir, arkasında, aynı yanılsamayla kendisini izleyen ama henüz beyaz ve ıssız yolda görünmeyen kalabalığın uğultusu giderek artmaktadır.
Şu anda, Giovanni Drogo, üçüncü tabyada uyumakta, düş görüp gülümsemektedir. Geçenin içinden, tamamen mutlu bir dünyanın imgeleri son olarak ona ulaşmaktadır. Eğer düşünde kendini yolun bittiği yerde, kurşuni bir denizin kıyısında, kurşuni ve tek biçimli bir göğün altında ezelden beri bir ev, bir ağaç, çevrede tek bir insan, hatta tek bir ot bulunmayan bir yerde görecek olursa, dikkat etmelidir.
23.10.11
19.9.11
12.8.11
"Niye ama?" dedi Ernest. Kitabı gösterdi. "Bundaki düşünceler tanrısal nitelikte değil mi?"
"Tanrısallığın izini taşıyorlar yalnızca," diye karşıladı ozan. "Onlarda göksel bir türkünün uzaklardan gelen yankısını duyabilirsin. Ama yaşamım, sevgili Ernest, pek de uyumlu değildi düşüncelerimle. Yüce düşlerim vardı, gelgelelim yalnızca düştü bunlar, çünkü -kuşkusuz kendi seçimimdi bu- aşağı ve değersiz gerçeklerin arasında yaşadım. Hatta kimileyin - yüzüm tutup da nasıl söylüyorum bunu- kendi yapıtlarımın doğada ve insan yaşamında açığa çıkardığı söylenen o yücelik, güzellik ve iyiliğe olan inancımı yitirdim. Söyle o zaman, ey doğruyu ve iyiyi arayan kişi, oradaki kutsal yüzü bende bulacağını nasıl umabildin?"
"Tanrısallığın izini taşıyorlar yalnızca," diye karşıladı ozan. "Onlarda göksel bir türkünün uzaklardan gelen yankısını duyabilirsin. Ama yaşamım, sevgili Ernest, pek de uyumlu değildi düşüncelerimle. Yüce düşlerim vardı, gelgelelim yalnızca düştü bunlar, çünkü -kuşkusuz kendi seçimimdi bu- aşağı ve değersiz gerçeklerin arasında yaşadım. Hatta kimileyin - yüzüm tutup da nasıl söylüyorum bunu- kendi yapıtlarımın doğada ve insan yaşamında açığa çıkardığı söylenen o yücelik, güzellik ve iyiliğe olan inancımı yitirdim. Söyle o zaman, ey doğruyu ve iyiyi arayan kişi, oradaki kutsal yüzü bende bulacağını nasıl umabildin?"
Önümüzdeki tabakları dört beş kere kaşıkladık, böylece çorbayı bitirmiş olduk. Kimse konuşmuyordu. Bu işi yaparken herkes kabuğuna çekilmiş gibiydi. Büyükbaba tabağına eğilmiş, her zamanki gibi olanca iriliğiyle kendi içine kapanmıştı. Hepimiz bir şey düşünüyorduk. Sonra başımızı kaldırarak karşımızdakinin neler düşündüğünü anlamak istercesine birbirimizin yüzüne bakıyorduk. Ben neler düşünmüştüm? Herkes neler düşünmüştü acaba?
1.8.11
Cevabı Olan Tek Soru.
- bilinmeyen, önceden görülmeyen, kanıtlanmayan, hayat bunlar üzerine kuruludur. cehalet düşüncenin temelidir. kanıtsızlık eylemin temelidir. tanrı'nın olmadığı kanıtlansaydı dinler olmazdı, ne handdra, ne yomeshta, ne de ocak-tanrıları, hiçbiri. ama tanrı'nın olduğu kanıtlansaydı da gene dinler olmazdı.. söylesenize, genri, nedir bilinen? kesin, tahmin edilen, kaçınılmaz olan sizin ve benim geleceğimize dair bildiğimiz tek kesin şey nedir?
- ikimizin de öleceğimiz.
- evet, işte, cevabı olan tek soru var, genri ve o yanıtı da zaten biliyoruz. hayatı mümkün kılan şey sürekli, dayanılmaz belirsizliktir; yani bir sonra ne olacağını bilememek.
19.6.11
ilhan ilhan.
1. göğsümden geçen sıkıntıdan konuşuyoruz.
2. kubbenin yanları vardır, onların bir ismi olmalı biliyorsun.
3. hayret insanın içinden geçer bir gümüş an’dır biliyorsun.
4. ben ki hep göklere baktım, hep göklere baktım.
5. iki şey var ki hiç unutmuyorum diyorsun.
6. “varıp bir cananda karar kıldın mı?”
7. durmuştum, durmuşsun, duruyormuşsun.
2. kubbenin yanları vardır, onların bir ismi olmalı biliyorsun.
3. hayret insanın içinden geçer bir gümüş an’dır biliyorsun.
4. ben ki hep göklere baktım, hep göklere baktım.
5. iki şey var ki hiç unutmuyorum diyorsun.
6. “varıp bir cananda karar kıldın mı?”
7. durmuştum, durmuşsun, duruyormuşsun.
4.6.11
asil kan
- iyi, bir daha bahsetmeyiz. artık eğitiminiz, beyin sulanmışlığınız, propagandanız, kitaplarınız, pis kokulu sınıflarınız, otuzbir çeken tembel öğrencileriniz, bok dolu hücreleriniz, sinsi dalkavuklarınız, yeşile çalan normal öğrencileriniz, gösterişçi politeknisyenleriniz, burjuvazinin içine gömülmüş daireleriniz, hırsız doktorlarınız ve dalavereci yargıçlarınız hakkında düşündüklerimi biliyorsunuz... asil kan... iyi bir boks maçını anlatın bana... o da göz boyayıcıdır, ama yatıştırır hiç değilse.
- sadece aykırılığıyla yatıştırır. eğer öğrenciler kadar boksör olsaydı concours general'in birincisi omuzlarda taşınırdı.
- belki, dedi wolf, ama entelektüel kültürü yaymak yeğlendi. artık beni rahat bırakırsanız çok memnun olacağım.
- sadece aykırılığıyla yatıştırır. eğer öğrenciler kadar boksör olsaydı concours general'in birincisi omuzlarda taşınırdı.
- belki, dedi wolf, ama entelektüel kültürü yaymak yeğlendi. artık beni rahat bırakırsanız çok memnun olacağım.
3.6.11
Yalnız Olmak.
yalnız olmanın yanlış bir tarafını görmüyorum ben. bana harika geliyor. insanlar bir başka insanı sevmeyi çok büyütüyor. o kadar da büyük bir şey olması gerekmez. geçim meselesini de öyle -insanlar o konuyu da çok büyütüyor. ama bir insanı sevme ve geçinme, doğu tipi bilge adamların düşünmediği iki şey.
aşk için ödediğiniz en büyük bedel, yanınızda yörenizde birilerinin olmasıdır. tek başınıza kalamazsınız, oysa yalnız kalmak her zaman daha iyi bir şeydir. elbette en büyük dezavantaj yatakta yer kalmamasıdır. evcil bir hayvan bile yatakta yer kaplar.
aşk için ödediğiniz en büyük bedel, yanınızda yörenizde birilerinin olmasıdır. tek başınıza kalamazsınız, oysa yalnız kalmak her zaman daha iyi bir şeydir. elbette en büyük dezavantaj yatakta yer kalmamasıdır. evcil bir hayvan bile yatakta yer kaplar.
21.5.11
The Virgin Suicides.
In the emergency room Cecilia watched the attempt to save her life with an eerie detachment. Her yellow eyes didn't blink, nor did she flinch when they stuck a needle in her arm. Dr. Armonson stitched up her wrist wounds. Within five minutes of the transfusion he declared her out of danger. Chucking her under her chin, he said, "What are you doing here, honey? You are not even old enough to know how bad life gets."
And it was then Cecilia gave orally what was to be her only form of suicide note, and a useless one at that, because she was going to live: "Obviously, Doctor." she said, "you've never been a thirteen-year-old girl."
18.5.11
Rüya.
Akıntılarla taşınan, dalgaların elinde oradan oraya savrulan, okyanusun olanca gücüyle akıllara durgunluk veren mesafelere çekelenmiş denizanası, gelgitin dipsiz kuyusunda sürüklenir. Işığın parıltısını geçirir ve karanlığı içine alır. Herhangi bir yerden herhangi bir yere –çünkü denizin derinliklerinde pusula yoktur, daha uzak, daha yüksek ve daha alçak vardır yalnızca- taşınan, savrulan, çekelenen denizanası öylece asılı kalır ve salınır; ayın hükümranlığındaki denizde gündelik dirimin uçsuz bucaksız nabzı atarken, onun nabzı belli belirsiz ve hızlıdır içinde. Öylece asılı kalan, salınan, nabız gibi atan bu en savunmasız ve güçsüz yaratığın en büyük silahı, varlığını, seyrini ve iradesini ellerine emanet ettiği o koca okyanusun gazabı ve kudretidir.
Ama buracıkta o inatçı anakaralar yükselir. Çakıllı sığlıklar ve sarp kayalar suyu delerek çırçıplak dışarı uğrar; ölümcül ışığın ve istikrarsızlığın yaşam idamesine elverişsiz o kurak, korkunç mekanına taşar. İşte artık, artık akıntılar aldatır, dalgalarsa ihanet eder, kayayla ve havayla çarpışmak için yaygaracı köpüklerle atılıp sonsuz döngülerini kırarak, kırarak..
Ama buracıkta o inatçı anakaralar yükselir. Çakıllı sığlıklar ve sarp kayalar suyu delerek çırçıplak dışarı uğrar; ölümcül ışığın ve istikrarsızlığın yaşam idamesine elverişsiz o kurak, korkunç mekanına taşar. İşte artık, artık akıntılar aldatır, dalgalarsa ihanet eder, kayayla ve havayla çarpışmak için yaygaracı köpüklerle atılıp sonsuz döngülerini kırarak, kırarak..
Her şeyiyle denizin sürüklenmesinden olma bu yaratık, gün ışığının kupkuru kumlarında ne yapar? Ya akıl ne yapar her sabah uyandığında?
1.5.11
yalnız kalmaktan korktukça
garip kaderime gülümsedim; aynaya bakarak tabii. tatlı bir gülümseme. eski neşemi kaybetmediğimi göstermek için. sonra durgunlaştım. neden? unuttum. dur, hayır; unutmadım. yalnız kaldıkça, yalnız kalmaktan korktukça... aynadan uzaklaştım; fakat, biliyordum böyle bir düşünceydi. köpekler sinirimi bozdu, şimdi kendime gelirim. buldum: yalnız kalmaktan korktukça yalnızlığım artıyor. bu sefer gerçekten gülümsedim. ister görün, ister görmeyin; gülümsedim işte. her şeyimi kaybetmedim daha; çıkmayan candan ümit kesilmez, havlayan köpek ısırmaz. hay allah kahretsin!
25.4.11
''Annemi ölürken hatırlıyorum.Solmuş ve ağarmış görünüyordu.Korkup korkmadığını sordum.
Sadece kafasını salladı.Onu ölü gördüğümde, dokunmaya korktum.Onun Tanrı'ya dönüşünde güzel ya da coşku verici hiçbir şey bulamadım.Ölümsüzlük hakkında konuşanları duydum,ama hiç göremedim.Nasıl öleceğimi merak ediyorum.O an son nefesi aldığımı bilmek neye benzerdi.Umarım tıpkı annem gibi olur.Aynı onun sakinliği ile.
Çünkü nerede saklıysa bu ölümsüzlük,görmedim.''
17.4.11
Walden
Yaşam budur işte, tarafımca büyük kısmı sınanmamış bir deney, ne var ki yarar sağlamıyor başkalarının denemeleri de. Eğer değerli bulduğum bir deneyime sahipsem, eminim bunu akıl hocalarımdan öğrenmediğimden.
-
Ormana gittim çünkü bilerek yaşamak istedim. Yaşamın yalnızca asıl gerçeklerine yönelmek ve öğretmiş olduğu şeyleri öğrenip öğrenemediğimi görmek için ve bir de ölüm kapımı çaldığında, aslında hiç yaşamamış olduğumu düşünmemek için gittim ormana… Yaşamak öyle değerli ki, ne yaşamın kendisi olmayanı yaşamayı ne de gerçekten gerekmediği sürece vazgeçmeyi istedim.
-
Bir çoban vardı; düşüncelerini,
Sürekli geçtiği ve sürülerini otlattığı
Dağlar kadar yüksekte tutar,
Onlar kadar asil yaşardı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)