31.3.08

Denizi Olmayan Kent


(...)

ama yine de ancak denizli şehirlerde kendi başına kalır insan. çünkü yüzünü denize dönebilirsin. böylece sırtını çevirirsin kalabalığa. denizsiz şehirlerde ise nereye dönersen insan, nereye dönersen.

o yüzden işte, iyi geçinmelidir birbiriyle, denizsiz şehirlerde kişiler. denizli şehirlerdeyse, insan yüzlerine çarpmadan da yaşayabilir isteyenler.



( fotoğraf: eloise vera)

Sağır

-Arturo Bandini'nin iş başvurusu baştan reddedilmiştir, duvar kenarında gördüğü, kendisine gülümsemekte olan yaşlı adama yaklaşır...-

"Koyun bunlar!" dedim. "Evet, koyun! Amerikan sisteminin kurbanlık koyunları, köleleri diyorum sana! Teklifi altın tepside bile sunsalar bu fabrikada çalışmayı kabul etmem! Bu sisteme dahil olduğun anda ruhunu yitirirsin. Hayır, çok teşekkür ederim. Ruhunu yitirdikten sonra dünyaya sahip olsan ne fayda?"
Benimle aynı kanıda olduğunu belirtir biçimde başını salladı, devam etmemi istiyordu. Isınmaya başlamıştım. Makine çağında iş koşulları, ilerde üzerinde çalışılacak bir konu.
"Koyun diyorum sana! Ödlek koyun sürüsü!"
Gözleri parladı. Piposunu çıkarıp yaktı. İğrenç kokuyordu pipo. Ağzından çıkardığında burnundan akan sümük piponun kenarına yapıştı. Başparmağıyla silip parmağını bacağına sürttü. Burnunu silme zahmetine katlanmadı. Bandini konuştuğunda burnunu silmeye zaman bulamazsın.
"Güldürüyor beni," dedim. "Paha biçilmez bir görüntü bu. Ruhlarını kırptıran koyunlar. Rabelais'vari bir görüntü. Gülmek zorundayım." Ve katıla katıla güldüm. O da güldü, bacağını tokatlayıp tiz kahkahalar attı, gözlerinden yaş gelinceye kadar. Gönlüme göre birini bulmuştum nihayet, evrensel bir mizah anlayışına sahip biri, tulumuna ve anlamsız kemerine rağmen kendini çok iyi eğitmiş biri besbelli. Cebinden küçük bir not defteriyle kalem çıkarıp yazmaya başladı. İşte o zaman uyandım: O da bir yazardı, elbette! Büyük sır ortaya çıkmıştı. Yazmayı bitirdikten sonra not defterini bana uzattı:

Lütfen yaz. Duvar kadar sağırım.

Hayır, Arturo Bandini'ye göre iş yoktu o gün. Kendimi oldukça rahatlamış hissettim oradan ayrılırken. Bir uçağım olsaydı keşke, diye geçirdim içimden yürürken, bir milyon dolarım olsaydı keşke, şu deniz kabukları elmas parçaları olsaydı keşke.

30.3.08

idam

Deniz ayağındaki bağları çözük postallarını bize göstererek, görevliye sesleniyor:
-postallarımın bağlarını bile bağlamaya vakit bırakmadan beni apar topar buraya getirdiler. postallar bu hali ile sehpada ayağımdan düşecek. düşmelerini istemiyorum. onları bağla da düşmesinler.
görevli postalları bağlıyor.
ayağa kalkıyor. idam sehpasına doğru yürürken bize dönerek:
-allahaısmarladık. cezaevindeki bütün devrimcilere selam. onları benm için tek tek öpün, diyor ve metin adımlarla avluya doğru yürüyor.


...ortada derin bir sessizlik var. bir pire kanadını oynatsa işitilicek. birden sehpaya yakın avlu duvarından, önce ne olduğu anlaşılmayan bir ses kulaklara çarpıyor. bu sesin doğurduğu ani korku ve heyecanla, komut almış gibi, bütün başlar sesin geldiği duvara dönüyor.
duvarın çıkıntısında bir güvercin kanat çırpmıştır.
başlar bir rahatlık içinde sessiz ve ağır yerlerine dönüyor.
idamdan on dakika sonra doktorlar Deniz'e yaklaşıyor ve gömleğini sıyırarak nabzını yokluyorlar:
-nabız atıyor, diyorlar.
içimiz burkuluyor. ve bir şey yapamamanın üzüntüsü yüreğimi yakıyor.
infaz savcısına ve savcıya gecikmenin "çift ilmik"ten doğduğunu, bunun bir işkence olduğunu söylüyor ve ilmiğin teke indirilmesini istiyoruz.
doktor bana doğru eğilerek:
-üzülmeyin. sandalye çekilip düşme meydana gelince boyun kırılır, beyinle bağlantı kesilir ve artık acı duyulmaz diyor.
infaz savcısı kelepçelerin çözülmesini emrediyor.kelepçeler çözülüyor. Deniz'in kolları ölü gömleğinin altında, aşağıya doğru sarkıyor.
15 dakika sonra doktorlar yine nabzı yokluyorlar.
-nabız yine atıyor, diyorlar
saat 02.15'e kadar bekleniyor.son bir muayeneden sonra Gezmiş ipten indiriliyor.

(...)

başgardiyanın odasına dönüyoruz. Deniz'in asılmadan önce oturduğu sandalyede Yusuf oturuyor. Deniz asılırkan Yusuf'u buraya getirmişler.
bizi görünce:
-duydum Deniz'in sesini, diyor Yusuf.
bu sözleri söylerken, Deniz'in tutmundan kıvanç duyduğunu anlatmak ister gibi gülüyor.


...bu sırada tam karşısında oturan ve sonradan emniyet birinci şube müdürü olduğu anlaşılan bir kişiyi tanıyor ve ona soruyor:
-yine işkencelere devam ediyor musunuz?
-biz de öyle usuller yoktur.
-yine elektrik cereyanı ile işkence yapıyor musunuz?
-...
-sizin çocuklarınız var mı?
- bir kızım var.
-nerede okuyor?
-daha küçük okula gitmiyor.
infaz savcısı doktorları çağırıyor:
-Yusuf'un infaza engel bir rahatsızlığı var mı? diye soruyor.
doktorlar yanıt vermeden Yusuf yanıt veriyor:
-hiç bir şeyim yok. sanki komada olsam asmayacak mısınız?


...Yusuf tabureyi tekmelemek isterken cellat tabureyi hızla çekiyor. Yusuf ipin ucunda sallanıyor. saat 02.25.
o da Deniz gibi dönüyor, üç kez silkeleniyor. göz kapakları kapanıyor, alt dudağı sarkıyor.


(...)


Hüseyin İnan bulunduğu odadan getiriliyor. aynı sandalyeye oturuluyor. sigara içer misin diye soruyoruz Hüseyin'e:
-içmeyeyim, diyor. sonra da ayağındaki lastik spor ayakkabıları bize göstererek ve gülerek:
-babam yarın ayağımdaki bu lastik ayakkabıları görünce, oğlumun doğru dürüst bir ayakkabısı bile yokmuş diye üzülecek. ayakkabılarımı bile giyemeden beni apar topar getirdiler. babama söyleyin, ayakkabım yoktur diye üzülmesin. ayakkabılarım cezaevinde kaldı. onlara hediyem olsun, diyor


...sehpanın önüne geliyor. masanın üzerine çıkıyor ve duruyor.
-tabureye çık! diye bağırıyor savcı.
İnan savcıya dönerek:
-sabırlı ol, çıkacağım, diyor.

...sözlerini bitirdikten sonra tabureye çıkıyor. ilmiği boynuna takıyorlar. İnan tabureye bir tekme sallıyor. düşüremiyor. bir tekme daha vuruyor ve deviriyor tabureyi. infazı kendi kendine yapıyor. saat 03.00. ipte bir kez dönüyor. göz kapakları iniyor. dudakları sarkıyor.

Kafası Karışık




aklına çocuklar koyuyorum fidel. eline geçiyor mu, zeplinlerle kediler yolluyorum sana her gün. boncuklarımı, kutularımı, çantalarımı, kokularımı, çaylarımı ve her şeyimi, alıyor musun? seni seviyorum diyorum, boynunda böcekler oluyor mu?

(...)

denize karşı bir sigara yak. tek şekerli, demli bir çay koy masaya. çok neşeli bir müzik çalsın mutlaka. kapat gözlerini. gülümse. çünkü..
bütün kadınların kafası karışıktır
çünkü..
bir gün, bir anda, bazı kızgınlıklarını unuttuğunun farkına varacaksın. artık pek düşünmediğini, çünkü artık bildiğini anlayıp, ellerini bir klarnet taksimi gibi uzatacaksın. hala kafan karışık olacak. ama artık bunu seveceksin. sevmelisin de.
çünkü..
KADINSIN...

karışıklıklarınla, adamlarınla, kedilerinle, çocuklarınla, yamalarınla, ellerinle varsın.



(fotoğraf: eloise vera)

yalnız

ah, Evelyn ve Vivian, ikinizi de seviyorum, hüzün verici hayatlarınız için seviyorum sizi, sabaha karşı eve dönüşünüzdeki anlamsız sefalet için seviyorum. siz de yalnızsınız, ama Arturo Bandini gibi değilsiniz, ne balık ne de kuş. işte şampanyanız, çünkü ikinizi de seviyorum, seni de Vivian, ağzın tırnaklarla kazınmış gibi görünse, yaşlı çocuk gözlerin kanla yazılmış çılgın sonelerde yüzse de.

Geleceğin Özgeçmişi


(...) Telefonun yanında büyük bir ajanda duruyor. Ajandada benden yapmamı istedikleri işlerin listesi yazılı. Gelecek otuz yıl içinde yapacağım tüm işlerin hesabını tutmamı istiyorlar. Onlar gibi yaşarsanız, hayatınızdaki her şey listedeki maddelere dönüşür. Başarılması gereken bir işe. Böylece hayatınızın deşifre olmuş hâlinin neye benzediğini görebilirsiniz.

İki nokta arasındaki en kısa mesafe bir zaman dilimidir, programdır, vaktinizin haritasıdır, ömrünüzün sonuna kadar yapacağınız işlerin listesidir.

İçinde bulunduğunuz an'ı ölüme bağlayan düz çizgiyi hiçbir şey bir liste kadar iyi gösteremez.
"O ajandaya baktığımda," diye bağırıyor telefondaki ses, "beş yıl sonra bugün saat dörtte seni nerede bulabileceğimi bilmek istiyorum. O derece planlı olacaksın!"

Yapacaklarınızı kâğıt üzerinde görünce, yaşam süreniz konusunda her zaman karamsarlığa kapılırsınız. Yapmak istediğiniz şeylerin sadece küçük bir kısmını başarabilirsiniz. Geleceğinizin özgeçmişi.

(fotoğraf: DirgeForAJoker)

29.3.08

Zavallı Şeytan




Zavallı şeytan, bana ne verebilirsin ki?
Yükseklere göz dikmiş insan bilincini, senin gibiler kavrayabilir mi hiç?

Sendeki gıda doyurmaz insanı,
Elindeki kızıl altın, civa gibi, avcun içinden kayar gider..

Senin kumar masalarında kimse kazanmaz,

Daha sarılırken başkalarına bakar senin göndereceğin kızlar..

Vereceğin itibarın tanrısal gururu, kuyruklu bir yıldız gibi,

Kayar gider;


Bunları mı sunacaksın?

Göster bana bakalım,

Koparılmadan çürüyen meyveyi,

Hergün yeniden yeşillenen ağacı!

28.3.08

Veronika Neden Ölmek İstiyor?


yirmidört yaşında ve geçirebileceği her türlü yaşantıyı geçirmiş olan veronika -ki bu da az bir şey sayılmazdı- her şeyin ölümle son bulacağından hemen hemen emindi. intharı bu yüzden seçmişti ya işte: en sonunda özgürlük. sonsuza varan unutuş.
çok derinlerde bir yerde gene de bir kuşku vardı aslında: ya tanrı varsa? binlerce yıllık uygarlık tarihi intiharı tabulaştırmış, tüm dinler bunu yasaklamıştı. insanoğlu yaşam mücadelesi vermeli, boyun eğmemeli. insanoğlu üremeli ve üretmeli. toplumun çalışacak birilerine ihtiyacı var. bir çift, aralarındaki aşk bitmişse bile birlikte kalmak durumundadır, her ülkenin askerlere, politikacılara, sanatçılara gereksinimi vardır.



"tanrı varsa, ki ben olmadığına gerçekten inanıyorum, insan aklının sınırları olduğunu da bilir. yoksulluğu, haksızlığı, açgözlülüğü, yapayalnızlığı, bütün bu karmaşayı o yaratmadı mı? mutlaka çok iyi niyetlerle girişmiştir bu işe, ama sonuçlar bir felaket. tanrı varsa, bu dünyayı erkenden terk etmeyi seçen yaratıklara karşı cömert davranacaktır, hatta bizleri burada vakit harcamaya zorladığı için özür bile dileyebilir."

ölüm

- hiçbir şey bilmiyorum Tarrou, size yemin ederim ki hiçbir şey bilmiyorum. bu mesleğe ilk girdiğimde, işi öylece, farkında olmadan yapıp gidiyordu, çünkü bunu yapmak zorundaydım, çünkü bu gençlerin atılmak istedikleri ötekilerden farksız bir işti. belki de benim gibi bir işçinin oğluna daha da zor gelen bir iş. sonra insanların da bulunduğunu bilir misiniz? bir kadının tam ölmek üzereyken, "olmaz, olmaz!" diye bağırışını hiç duydunuz mu? ben, duydum. kendimi ne yapsam bu işe alıştırmama imkan olmadığını fark ettim. o sıralarda gençtim, içimde duyduğum iğrenmenin dünyadaki düzene uyduğunu sanıyordum. o zamandan beri daha alçak gönüllü oldum. yalnız, insanların ölmelerini seyretmeye hala alışamadım. bundan fazlasını bilmem. fakat buna rağmen:

Rieux sustu, yerine oturdu, ağzının kupkuru kesildiğini hissediyordu.

Tarrou yavaşça:

- buna rağmen? diye söylendi.

- buna rağmen, diye doktor sözüne koyuldu, ama tereddüt etti. Tarrou'ya dikkatle bakarak: "öyle bir şey ki bu, ancak sizin gibi insanlar anlayabilir, mademki dünyanın düzeni ölüm üzerine kurulmuştur, belki de tanrıya inanmamak ve onun susup durduğu gökyüzüne gözlerimizi kaldırmadan ölüme karşı olanca gücümüzle savaşmak tanrı için daha iyidir.

- evet dedi Tarrou, bunu anlıyorum. yalnız ne var ki sizin zaferleriniz hep geçici olmaya mahkum.

Battaniye Cinayetleri


(...) ama seni terk etmek üzere olan bir kadın, sen bir kenarda sızmışsan eğer, üşümeyesin diye üstüne mutlaka bir battaniye örter. annelik içgüdüsünden kaynaklanıyor bu; yüzüstü bırakıp giderken bile örter o battaniyeyi. değişik bir mantık; seni terk ediyorum, umurumda bile değilsin artık, istersen öl bir köşe başında; ama üşümeni de istemem. içim el vermez buna!

bir zamanlar benim de üstüme örtüldü o battaniye. işte bu yüzdün elinde battaniyeyle yaklaşan birini gördüm mü, tüylerim diken diken oluyor. bir cinayete kurban gidecekmişim duygusuna kapılıyorum. çünkü çok iyi biliyorum; ancak bir kadın terk ederken battaniye örter üstüne, ancak bir kadın battaniyeyle cinayet işleyebilir.

çocuğunu sarıp sarmalayan, üşümesini engelleyen battaniye, sevgilisini terk etmek üzere olan bir kadının elinde, pekala bir cinayet aletine dönüşebiliyor. çünkü kadınlar, yalnızca kadınlar şefkatle cinayet işleyebilir.

Vurulmuşum

vurulmuşum
dağların kuytuluk bir boğazında
vakitlerden bir sabah namazında
yatarım
kanlı, upuzun
vurulmuşum
düşlerim gecelerden kara
bir hayra yoranım çıkmaz
canımı alırlar ecelsiz
sığdıramam kitaplara
şifre buyurmuş bir paşa
vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız
kirvem hallarımı aynı böyle yaz
rivayet sanılır belki
gül memeler değil
domdom kurşunu
paramparça ağzımdaki

24.3.08

Savaş

Fillerin karınca ülkelerine yürüyüp, kentlerini yıkıp, onları tutsak kıldığıdır.-

.

.

.

Filler sultanı işte böylece arka ayakları üstüne dikilerek, ön ayaklarını açıp hortumunu uzatarak konuştu, karıncalara karşı fillerini yüreklendirip, onlara karşı her filin içinde sonsuz öç ateşini yaktı.

Ve hüdhüdler başı (kuş oluyor bu.) kılavuzluğunda beş yüz fil, beş yüz ölüm devi, beş yüz hışım, beş yüz keskin balta gibi parlayarak karıncalar kentine indiler. Mübalağa cenk olundu. Kırmızı, kara, sarıca, atlı karıncalar fillerin ayakları altında ülkeleriyle, kentleriyle birlikte yerle yeksan oldular.

Mübalağa cenk olundu, sözünün kapsamını da aşan bir savaş, fillik tarihine geçti. Ve fil savaş tarihinin en büyük destanı yazıldı.

Bir anda feryadü figanlar ayyuka çıktı. Bir anda karınca ülkesinin üstünü bir ölüm, bir yıkım duvarı örttü. Gün ortasında tozdan göz gözü görmez oldu. Gün kavuşurken akşama, ülkelerdeki karıncaların sayısı yarı yarıya inmişti. Karıncaların kaçanı kurtulmuş, kaçamayanları ezilmişti.

Filler sultanı uzakta durmuş savaş alanını seyreyliyor, konurlu konurlu fillerin verdikleri savaşa bakıyordu. Karınca ülkerinin üstündeki duman gittikçe yoğunlaşıyordu.
Sultan hüdhüdler başını çağırttı:
"Ne oldu, şu gözüken yerler karınca ülkeleriyse, bu gördüklerim doğruysa bütün ülkeler yerle bir oldu. Bunlar daha neden elaman demiyorlar, işte buna şaşıyorum." dedi, yüzünde bir ürküntü, bir korku belirdi.
"Aman sultanım" dedi ulukepez, "aman sultanım, elaman ne demek, eğil de bak, binlerce karınca savaş başladığından bu yana onları bağışlaman için kendilerini senin ayaklarının dibine attılar... Eğil de bak."
"Göremiyorum." dedi filler sultanı.
"Onlar çok küçücükler" dedi ulukepez. "İğne ucu kadarcıktır her birisi. Bir fil onları bu kadar uzaktan hiç göremez."
"Peki, seslerini de duymadım." dedi filler sultanı.
"Sesleri inceciktir" dedi ulukepez. "İyi ki duymadın onların sesini. Bir duysaydın, acırdın onlara... Bir ağlıyor, bir yalvarıyorlar ki, aman Allah, yüreği olan dayanamazdı, ben bir kuşken bile, dünyanın üstünde, dışında yaşayan bir yaratıkken bile onların ağıtlarına ben bile dayanamadım, acıdan yüreğim paramparça oldu. Sen hiç, sen hiç dayanamazdın sultanım, sen hiç! İyi ki duymadın onların feryadü figanlarını... Askerlerin de duymuyor onların ağıtlarını, görmüyorlar akan kanlarını, kopan kellelerini... İyi ki görmüyorlar da savaşı böyle acımasız sürdürebiliyorlar. Bak şu göğe, bak benim kuşlarıma sultanım, hiçbiri karıncalar ülkesinin üstünde uçuyorlar mı? Karıncaların bu haline, kentlerinin bu yıkımına can dayanır mı, yürek olan yürek dayanır mı?"
"Dayanmaz." dedi sultan. "İyi ki görmüyor, duymuyoruz."
"Zaten bütün yaratıklar görselerdi, duysalardı savaşı, bütün yaratıklar duyabilselerdi savaş çığlıklarını bu dünyada savaş olamazdı. Savaşın iğrençliği bilinmeyen bir şeydir de... Savaşın kötülüğü saklanan bir şeydir de, yaratıklar onun için kabul edebiliyorlar savaşı."

21.3.08

Freud Seni Seviyorum.


"şizofrenler de hakikaten bir tuhaf" dedi suratsız, engin bilgi ve deneyimiyle.

"çay alır mısın?" diye sordu başhekim. deli gibi susamıştım ama tuzak kokusunu algıladığımdan kendimi koyvermedim. dört çift külyutmaz gözün her hareketimi anında çözümleyeceğini biliyordum, ince belliye el atacağım, "gizli eşcinsellik" filan diyecekler. ayıptır söylemesi, bu psikiyatristler cinselliğe takmışlardır. çatlak bir fincan seçeceğim, ruhumdaki onulmaz yarılmayı gözlemleyecekler. sonra, yaşlı başlı başhekimin önünde, ben nasıl kaşığı bardağa sokarım, "gizli niyet" filan diye anlaşılır, üstelik yüzüm kızarmadan nasıl karıştırırım?





(fotoğraf: umay umay)
"of, herkes her gün birilerini öldürüyor," dedi papaz. "inziva yeri ayarlama önerimi neden geri çevirdiğini hala anlayabilmiş değilim. bu din denen şey suçluları bir yerlere yerleştirebilelim diye icat edilmedi mi, aslında bakarsanız?"

8.3.08

yalnız kadınlar

Kadınların birbirlerine kızgınlığına çoğu kez çaresizlik neden olur. birbirini anlamanın çaresizliği, birbirine kızmanın kolaylığını da beraberinde getirir. kadınlar bu role mahkum edilirler. isteklerini açıkça belirtmekten, görüşlerini serbestçe dile getirmekten, düşündüklerini dosdoğru söylemekten mahrum edilmişlerdir. kararları erkekler verir. onlara kalan, yalnızca hemen herkesin bildiği kadınca entrikalar ya da kadın kurnazlığı diye tabir edilen, alttan alarak, yaltaklanarak, ağzından girip burnundan çıkarak, dolap çevirerek, cilveleşerek, kendi isteklerini erkeğin görüşleriymiş sanmasına yol açacak oyunlardır. buna mahkum edilmişlerdir. ta çocuk yaşta bunu öğrenirler, öğrenmek zorunda kalırlar. yüzlerindeki o merhamet uyandırıcı dertli boynu büküklük havası, seslerindeki o kaderin sillesine açık rüzgarlar, davranışlarındaki sahte tevekkül, ta o zamanlar yerleşir benliklerine ve bu, onların kaderi olur artık. halk arasında işini bilen akıllı kadın diye de bunlara denir. erkeklerini iktidarını sarsmadan, onlarla yaırşmadan, erkeklerin gururlarını ve egolarını okşayarak, pohpohlayarak, görünüşü kurtararak, hep kendi isteklerini bu tür numaralarla erkeklere yaptırabilen kadınlar herkesin gözünde akıllı kadın olur, bizim gibiler de problemli, mutsuz kadın...
Hem kendi olmak, hem kadın olmak, asıl gerçekçi olup imkansızı istemek budur.
Her insan, kendi olması karşılığında topluma bir bedel öder. az ya da çok, ama mutlaka bir bedel. kimse bedelsiz kendi olamaz.
Bu bedel çoğu kez yalnızlıktır.