29.5.09

Değişmek

Her şeye, herkese sadece katlanıyordum. Sokağa adımımı atar atmaz, kendimi bir yığın muvazaanın, gafletin esiri olarak görüyordum ve bulunduğum yerden, yaptığım işten gayri her yer, bana erişilmez biçimde güzel ve harikulade görünüyordu.
Postanede elime geçen uzak yerlerden gelmiş her mektup zarfı, her kartpostal beni çıldırtıyordu. Peru, Arjantin, Kanada, Mısır, Kap, nerelerden gelmiyordu bu mektuplar? İki sokak ötede, tek bir odada tahtakurularıyla haşır neşir olan şu ihtiyar Yahudi kadının Meksika'da bir kardeşi vardı. Komşusu hahamın kızkardeşi Arjantin'de kürk ticareti ediyordu. Öte taraftaki Rum bakkalın oğlu Mısır'da idi. Yeğeni Chicago'da hocalık yapıyordu. Ve ben onlara gelen mektupların zarflarına bakar bakmaz, gözlerim kendiliğinden kapanıyor, etrafım değişiyor, kendim başka bir adam oluyordum. Kaçmak, her şeyi bırakıp gitmek!..
Fakat hayır, bütün bunları yapabilmek, kendisini alışkanlıklarının dışında denemek için başka türlü adam olmak lazımdı. Koşmak, kımıldamak, atılmak, istemek, isteyişinde devam etmek lazımdı. Bütün bunlar benim için değildi. Ben biçare bir gölge idim. Yanımdan biraz sürtünerek geçen her adamın peşine takılan, ondan ayrılır ayrılmaz, iki kedi yavrusu gibi birbirine sokulan, birbirinin kucağında gülen, ağlayan, bilhassa ağlayan iki çocukla çapaçul, biçare bir gölge... Gül! dedikleri yerde gülen, ağla veya konuş dedikleri yerde konuşan, ağlayan, enteresan buldukları zaman enteresan olan, yüzüne bakmadıkları gün mevcut olmayan biçarenin biri.
Bunları hatırlar hatırlamaz, oraya, kahveye, az çok benden başka türlü yaşayanların, kendilerini hiç olmazsa benim gibi göz hapsinde tutmayan insanların arasına gidiyordum. Onların yanında benim de hayatım oluyor, onlarla düşünüyor, onlarla beraber yaşıyordum.
Belki de böyle değildi. İşin aslında başka şeyler de vardı. Bu adamları tamamiyle beğenmiyordum. Aralarında sadece bir muhacir gibi yaşıyordum. Bir tipi gecesinde, ıssız dağ başında soğuktan ve yüklü rüzgardan boğulmak üzere olan bir adamın sığındığı sıcak, bol gübre kokulu, atların tepişmesinin insan sesine, taze çay ve kahve kokusuna karıştığı o yarı ahır, yarı han odası yerlerden biri gibi onların arasına sığınmış, bu karışık ve yüklü havada ısınıyor, mesut oluyordum.
Şüphesiz bir gün bu beğenmemezlik, işlerin biraz müsait gittiği bir zamanda büyüyüp beni kurtaracağını zannettiğim o küçük noktada kaybolacak ve tamamiyle bu havaya teslim olacaktım. Daha şimdiden zaman zaman, "Ah! İşte güzel hayat! Rahat ve mesut... Ne adamlar!" demeye başlamıştım bile.