24.5.08
Yama
bu benim tekniğim. kendime giysilerle hayat veririm. hatta o anda ne giydiğimi hatırlayamadığım sürece, ne yaptığımı, bana ne olduğunu hatırlamak benim için olanaksızdır. elimden ne zaman bir süveter ya da elbise çıkarsam, hayatımdan da bir parçayı çıkarmış olurum. yılan gibi gömlek değiştirir, arkamda solgun ve buruşuk izler bırakırım. eğer herhangi bir anımı hatırlamak istersem, bu pamuk ve yün parçalarını bir bir toplayıp birleştirmem gerekir. en sonunda yamalı bir kişilik oluşturmayı başarırım, ama bu da soğuğa karşı korumasız olur.
(fotoğraf: muette)
23.5.08
Özlüyorum.
Demli çaydan vazgeçip filtre kahve içmek, sakin, alçakgönüllü bir denizde alabildiğine açılmak yerine Atlantik dalgalarıyla boğuşmak, Latince kökenli bir dilde rüyalar görmek… Bunlar üstesinden gelebildiğim değişimler ama asla yeri doldurulamayanlar da var. Beyazpeynir, adaçayı, Boğaz gibi karpuzlardan söz etmiyorum. Çok daha basit özlemler benimkiler. Örneğin kiraz… Bazen yatağa uzanıp üzerinde incecik buz kalıpları olan bir kâse kirazı düşlüyorum. Erotik bir fantezi gibi işte. Öylesine yalın, karmaşasız, işlenmemiş. Mevsimlerin değişimini özlüyorum. Yaprakların önce yol yol kırmızı çizgilere bezenip alev alev tutuşmalarını, içten içe yanan bir ateşle yavaşça kavrulup sararmalarını… Bir sabah aniden güçten kesilip yere doğru süzülmelerini… Yüzünde kamçı gibi bir poyraz, morarmış dudaklarla, nereye gittiğini düşünmeden yürümeyi… Soğuğa dayanamayınca içilen zehir gibi çayın o benzersiz ilk yudumunu.
(…)
16.5.08
zor ol
Oysa Ernest London için durum farklıdır. Yıllarca dişiyle tırnağıyla, uykusuz geceler, sancılı gündüzler ve göz nuruyla yarattığı kişiliğinin en gizli kapılarını, sonunda rahatça açabileceği bir kadına rastlamış ve özbenlik hazinelerinin anahtarını ona gururla sunmuştur. O mutludur!
İşte bu noktada erkeklerin güçlü, dayanıklı ve sağlam zırhlarının, kadınlar karşısında nasıl bir beceriksizlik, saflık ve cahillikle düştüğünü anlatmak istedim. Çünkü bu böyledir! Ah bu bütün güçlü erkekler için böyledir!
Halbuki Josephina'yı gizli kapılar ardındaki hazineden çok, kapıları kapalı tutan iradenin gücü ilgilendirmektedir. Asıl oyun, bu irade gücüne karşı, saldırı tekniklerinin altında yatan eğlencedir.
ayin
Aynı zamanda karmaşıktır da: Herkes bana mutluluğun ulaşılmaya değer tek hedef olduğunu öğrettiği halde neden mutluluğu aramıyorum? Neden hiç kimsenin gitmediği bir yoldan gitmenin riskini göze alıyorum?
Kaldı ki mutluluk nedir?
Mutluluğun aşk olduğunu söylüyorlar. Oysa aşk mutluluk getirmez, hiçbir zaman da getirmemiştir. Tam tersine, sürekli bir kaygı durumudur aşk, bir savaş meydanıdır; kendi kendimize sürekli olarak acaba doğru mu yapıyorum diye sorduğumuz uykusuz gecelerdir. Gerçek aşk, vecd ile ıstıraptan oluşur.
Peki, ya huzur? Yüce Anamıza bakalım, hiçbir zaan huzur içinde değildir. Kış yazla savaşır, güneşle ay hiçbir zaman bir araya gelmez, kaplan köpekten korkan insanı kovalar, köpek fareyi kovalayan kediyi kovalar, fare de insanı korkutur.
Para mutluluk getirir. İyi de o zaman, yüksek bir hayat düzeyi sağlayacak parayı kazanan herkesin çalışmayı bırakması gerekirdi. Oysa insanlar o kadar para kazanınca eskisinden de tedirgin bir duruma geliyorlar, her şeyi kaybetmektan korkuyorlar sanki. Paranın parayı çektiği doğru.Yoksulluk mutsuzluk getirebilir, ama para ille de mutluluk getirmez.
Hayatımın büyük bir bölümünü mutluluğu arayarak geçirdim; oysa şimdi zevkin peşindeyim. Zevk sevişmeye benzer, başlar ve biter. Haz almak istiyorum. Hoşnut olmak istiyorum, ama mutluluk başka. Artık o tuzağa düşmüyorum.
Birtakım insanlarla bir aradayken o önemli soruyu sorarak onları kışkırtmak istiyorum: "Mutlu musunuz?" Hepsi de, "Evet, mutluyum." diyor.
O zaman şunu soruyorum: "Ama daha fazlasını istemiyor musunuz? Daha ileri gitmek istemiyor musunuz?" Hepsi de "Elbette." diye yanıt veriyorlar.
O zaman da, "Demek mutlu değilsiniz." deyiveriyorum. Hemen konuyu değiştiriyorlar.
(...)
"Tamam, doğru yoldayız. Sen de benim gibi hoşnutsuz bir insansın. Senin 'gerçekliğin' başkalarının 'gerçekliği' ile uyuşmuyor."
(...)
"İnsanlara farklı olmayı öğret. Hepsi bu!"
Hayatın zevki farklı olmaktaydı. Mutluluk, zaten sahip olduklarıyla tatmin olma duygusuydu. Oysa Athena, tıpkı benim gibi, dünyaya böyle bir hayat yaşamaya gelmemişti.
Sizin Hiç Oğlunuz "Öldürüldü" Mü?
istatistiklerin, insan hayatını sayılara indirgemek gibi korkunç bir boyutu vardır. gene de geçen yılın "insan hakları ihlalleri" raporuna ba$vurdum, gerçeğin korkunçluğunu kavramama yardımcı olsun diye. sayılar kupkuru, yadsınamaz dilleriyle, alıntıladığım haberin yayınlanı$ından (12 aralık) beri iki ki$inin daha i$kencede ölmü$ olabileceğine i$aret ediyor.
"metin göktepe'nin annesinin bulunduğu duru$mada, savcunun tahliye istemiyle birlikte mahkeme salonu sessizliğe büründü."
sessizlik... çığ gibi büyüyen sessizliğimiz. sizin hiç oğlunuz öldü mü?
hiç çok sevdiğiniz birinin bir daha dönmemek üzere çıkıp gidi$ini izlediniz mi? o sabah da herhangi bir sabah gibidir. gene kahvaltısını atlamı$, aç karnına sigara içmi$tir. sinirlidir, sabahları hep olduğu gibi. atkısını evde unutmu$tur. sanki o gün daha mı tedirgindi, yoksa sonradan dü$ündüğünüzde, o sabahı binlerce kez belleğinizde kurguladığınızda size mi öyle gelmi$ti? bilseydiniz.. geli$igüzel bir veda yerine onu bir kez daha kucaklardınız. kucaklar, bırakmazdınız. dünyanın tüm bağlarıyla bağlardınız onu, tüm bağlılıkları, vaatleri, yeminleriyle. sırf o kağıdan çıkıp gitmesin diye dünyayı durdururmanız gerekse durdururdunuz. bilseydiniz..
"kararın açıklanmasından sonra, mahkeme salonundaki polis yakınları bozkurt i$aretleri yaparak, ailenin ve avukatların üzerine saldırdı."
siz hiç ba$ına ne geldiği bilinmeyen birini beklediniz mi? saatlerce, günlerce, telefonun ba$ından ayrılmadan, her çalı$ında bo$ umutlara, korkunç korkulara kapılıp.. her saniye yüreğinizden acıyla kopup yere dü$mekte, parçalanmaktadır sanki. zaman, ta$ıdığı ağır yükten tıkanmı$ gibidir. saatlerin o korkunç uğultusuna artık dayanamazsınız, duvarlar üstünüze üstünüze gelir. asansöz sesiyle canlanır, soluğunuzu tutarak çıktığı katları sayarsınız. ayak sesleri. yalnızca komşuymuş.
"istatistiklere göre geçen yıl gözaltına alınanların sayısı otuz binin üzerinde. i$kenceden ölümler ise seksensekiz."
sokaklar garip bir biçimde bo$altılmı$ gibidir. belki de içi bo$altılan hayatın kendisidir. koca bir ağıt kaplamı$tır knti, ama nefdense bir tek sizin kulaklarınız duyar. bir iz olmalı mutlaka bir yerlerde. gözleriniz bütün gazeteleri, bahçeleri, bodrumları, otobüs camlarını tarar. bütün ağaçlara bakarsınız teker teker, belki bıçakla kazınmı$ bir i$aret umuduyla.. tanıdık bir paltoyla yüreğiniz hoplar.
"anne fadime göktepe, baklava çalan çocukların 18 yıla çarptırıldığını hatırlarak, "oğlumun baklava kadar değeri yokmu$" dedi."
okuldan eve biraz geç geldiği günü hatırlarsınız. ceketi yırtılmı$tır, burnu kanamı$tır. öfkeyle dı$arı fırlamak, ona bunu yapanları paralamak istersiniz. ama anlarsınız, çocuktur bunlar, oyunları hoyrattır.
son üç yılın haberlerinden seçmeler: gazi olaylarında vurulan onyedi ki$i, açlık grevlerinde oniki kayıp, diyarbakır cezaevi'nde öldürülen on tutuklu, manisa'da i$kence gören lise öğrencileri.. ve "testere" lakaplı soyguncular, çivi ve matkap kullananlar, annelerinin gözü önünde i$kence edilen ilkokul çağındaki çocuklar, her hafta gözaltına alınan, dövülen cumartesi anneleri..
kur$unlardan, çığlıklardan, ölümlerden, katliamlardan sonra mahkeme salonlarına dü$en sessizlik.
(...)
siz hiç birini "ona değil, bana yapın" diyecek denli sevdiniz mi? sizin hiç oğlunuz öldürüldü mü?
14.5.08
Güç
4.5.08
Perde!
(...)
evde yine hiç kimse yok. hiç olmadılar ki!
küçükken, aslında bir prenses olduğumu, kral babamın iyi yetişmem için bana kocaman bir oyun oynadığını, çevremdeki herkesin oyuncu, her şeyin dekor olduğunu, sıradan bir insan gibi yetişirsem daha akıllı bir prenses olacağımı düşündükleri için bu saçma sapan şeyleri bana yaşattıklarını hayal ederdim. değilmiş, hala kimse gelip beni sarayıma götürmedi.
hayal kurmak, çamaşır suyu içmek kadar zor!
yazacak bir şeyim de kalmadığına göre.. evet, artık bitti, perde!
2.5.08
Dide
ilk sevgilisi ona hep, "çok bakıyorsun" derdi. "fazla bakıyorsun." bir keresinde "ne demek şimdi bu?" diye kaygıyla sorduğunda, genç adam bir süre sözcük bulmakta sıkıntı çekmiş, ardından "insan senin karşında kendini hep çıplak hissediyor" demişti. düşük göz kapaklarının altından, insanın yüzüne dünyayı delercesine bakan bu koyu renk iri gözbebeklerinin gücünü ilk böyle keşfetmişti. annesinin, o çocukken "domuz domuz bakma öyle" demesinin nedeni, sevgilisinin bu sözleriyle iyice anlaşılır olmuştu, dahası sonraları onu niye terk ettiği de.. bakışlarında insanları, özellikle erkekleri ürküten bir şey olmuştu hep. fazlasıyla gören gözlerdi bunlar.